Friday 29 February 2008

öz

Beni bütünlerken
bizi eksik bırakansın.

Thursday 28 February 2008

Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende*

An gelir,
noktalamalar ezilir anlamların altında.
Sükût, sukut oluverir
kimse bilmez,
kimse bilmez...


*Mehmet Güreli'nin Hayyam kolajı

Aristokles

Engellenemez bir gülümseme,
deli sanılmaktan duyulan memnuniyet,
birikmiş işler...
Dalga boyu en kısa renk mor bugün;
gök eflatun, deniz eflatun.
Benim geçtiğim sokaklarda
balkonlardan aşağı tüküren bulutlar
eflatun...
Sümbüller dünden razı...

Nev-bahar

Gelirken kışı kovar mı bahar
yoksa saklar mı bilemeden
ve en büyük beklenti
yeşil can erik olmalıdır diye düşünürken
-kulaklarda sukutuhayal nameleri-,
satır aralarına atılmış çağla badem çekirdeklerini
görmezden gelmek
her korkağın harcıdır
hem de gayet yerli yerinde sebeplerle.
Evet.

Wednesday 27 February 2008

tahammül

Kendine inat
dur(ma)
sus(ma)
bekle(me).

beklemeli soru

Giden mi daha çok can yakar, gelmeyen mi?

çünkü

Birden bire eriyip tüm vücuduma dağıldı yüreğim. Hissediyorum damarlarım boyunca yayılıp kaslarımın arasına nüfuz edişini. Milyonlarca minik kalp çarpıntısı sanki her yanımda. Lunaparktaki kamikazelerden, arı kovanlarına bırakıyorum kendimi, eşek arıları soksun diye kalbimi.

Tuesday 26 February 2008

suçlu soru(lar)

Kime göre yanlış olanı yapmaktır suç?
Yanlış mı olmalıdır illa?
Doğru bildiğini yaparak da suç işlenir mi?

ittifak

Ey dünya!
İşbirliğini istiyorum!
Anlamaktan geçtim.
Konuş,
üstüne bir de anlat beni...

celp

Çektiğim tüm özlemler,
çekilen hasretlerle birlik olmuş
düşmeyen davalara
çıkmayan aflar planlıyor.

Zaman geçiyor,
delip de geçiyor üstelik...

Tanıdıkça yitirilme duygusu
kime daha aşina
ya da
kimden kime miras?

Bitirilirken birikip, biriktirip,
tezatlara gelin edip ruhumu,
renk renk kaplı defterleri
günyüzünden saklayıp,
gecenin öteki yüzünde
yazdım
mum ışığında
vanilya kokusunda.
Yataktan aşağı düşme
tehlikesinden korkarak
uzaktan sokuldum belki de koynuna,
duymadın.
Sarılamadım,
bir daha korktum,
uyuyamadım.

Sorumluluk, vaat, teslimiyet
(ingilizce yazıyor olsaydım
tam burasında yazının
'commitment' derdim.)
ne hakkını verebileceğim
ne de hak edebileceklerim belki de...

Sen de bıktıysan yalnızlığından
var mısın
bakalım
kim kendinden daha uzağa kaçacak...

2902

Gideceğim dedi,
gitti.
Geri geleceğim dedi,
Mike bekledi.

algı

Sanki gökyüzü bile üstüme işiyor bugün.

onulmaz

Yaralarım dünden yadigar
ve kanıyor için için,
sessiz ve derinden.

aylak adam(lar)

- Nasılsın? Nasıl gidiyor?
- İyiyim. İşler yoğun epey bu ara. Sen nasılsın?
- İyiyim ben de. Koşuşturma, Yoğunluk.

Herkes meşgul, herkes çok yoğun. Hiç işleri yoğun olmayan duymuyorum zaten... Gerçekten uğraşıyorsak hepimiz; bu kadar çalışmaya neden güzelleşmiyor, gelişmiyor dünya anlamıyorum.

Monday 25 February 2008

herkesli soru

Herkes anladığından mı ibarettir?

kırmızı

Sıcak fakat uzak bir renktir kırmızı. Bir de solgunu olur da tonu yoktur. En çok sevdiğim özelliği de budur. Açık kırmızı, koyu kırmızı olmaz. Her renge yakıştırısın da tonları, kırmızı bir tanedir. Ya kırmızıdır ya değildir. Düşünürken dedim ki renk olamam ben, olsam olsam leke olurum. Siyah ya da beyaz. Sonra caydım, sonra tekrar aynı düşünceye saplandım. Gittim geldim kırmızı, siyah, beyaz arasında. Bilemedim. Kırmızıya ihanet edemedim, siyahtan vazgeçemedim, beyaz ise en gerçek yanım benim.

nefsin gözü kördür

Unutulmak koyar adama.
Sen unutmak istesen bile, unutsan bile hatta
karşı taraf unutmasın ister ego.
Öyle de bencildir insanoğlu.

Sunday 24 February 2008

yeknesak

Sevdiği tüm isimler elinden alınırken bir bir,
tüm çilekleri yenmiş üstüne üstlük.

Oynadığı kelimelerden kovulmuş,
terk edilmiş,
fakat terk edenle birlikte gitmiş
ürkek bir çocuk...

Objektife gülümsemekten korkarak
duvara asılmamış fotoğraflara
hüzünlenmiş,
içlenmiş de
iç olamamış,
becerememiş...

Hayıflardan hayıf beğenirken bir yanı
içi içini yermiş diğer yanda,
dışı da kılıfmış yalnızlığına.

miş'li ya da di'li
-ne farkeder-
geçmiş zamanlarda dolaşmaktan muzdarip,
bugünlere saklanmaktan
tedirginmiş.

Karıncalanan avuç içleri
yabancı ellerin topladığı çiçekleri
ister,
yüreği eser,
hafızası yağarmış.

Hayat belki de
hiç olmadığı kadar ağır,
eşik değerlerinin altına saklanmış
arayamayan
bir telefon kadar
kifayetsiz
miş
bazen...

taahhütname

Gözlerimden çeneme uzanan
en uzun yolun
aktarmalı şiirlere muhteviyat yolcuları,
toplayınca yıllar eden saatlerce
birikirken
ve
temiz çarşaf kokusuna
artık tahammül edemeyen burnum
ve yazık edilmiş kitaplarımla
kendimi ararken soru işaretlerinde,
çukur aynalarda
gün ay yıl ve saat olarak
ifade ediliyordu mazi.
Yollarım vardı
ama
sadece bu yüzden değildi yolculuğum.
Gitmek yerine kaçıyordu
menşe-i şiir
ve ben
gittikçe
kıs-kanıyordum.

(t)uzak

Üveyliği gerçekliğinden muktedir,
ne asil ne asal ne de yasal
sadece ve sadece evcil
-belki de bu yüzden biraz beşerfobik-
hissikabilvukularım
ve
ölesiye
fakat bir türlü öldürmeyen korkularımla
sana geliyorum.
Solgun açan menekşeleri bahane edip
çalmıyorum kapını;
biliyorum ki açmayacaksın zaten
içerde oturup beni beklemek varken...

Saturday 23 February 2008

uykumsun

Uykulu da
uykusuz da
aynı şey değil mi
aslında yetmeyen?

2905

İki kelimeyi biraraya getiremiyorum.
Hergün defalarca geçse de konuşmalarımda
-sana susuşlarımda dahi-
iki kelimeyi yanyana susamıyorum.
İhtiyacım var
diyemiyorum.
Seni gizli özne yapıp
cümlelerime
öykü yazamayan bir şair,
resim yapamayan bir yönetmen,
dans edemeyen bir fotoğrafçı
gibi
karışıyorum,
ki ben zaten aklımla aldığım nefesleri
kalbimle anlam diye veriyorum.
Gelmeyişine sadakatimle
bekliyorum
.

Friday 22 February 2008

rüzgar

dır
havanın duygusal hayatı...

Tuesday 19 February 2008

Lekeli Zihnin Ebedi Karanlığı

Hafıza benliğin yekpare halidir.
John Locke

Saat üçe geliyor, hastanenin gece boyunca en sakin olacağı zaman dilimi. Sabah altıda yine başlar hareketlilik. Bir elimi yüzümü yıkayayım bari. Kahve yapmışlardır muhakkak. Bu gece kimseye uyku yok. Bölüm başkanı, Mehmet Hoca, bir yakını sebebiyle polikliniklere çok sık uğruyormuş bu ara o nedenle, genellikle dönüşümlü uyuyan tüm asistan ve hemşireler ayakta bu gece. Nasıl da uyku bastırdı şimdi. Çok düşündüğüm zaman hemen uykum gelir zaten.

- Doktor Bey, hasta geldi acile. Murat Bey sizi de çağırmamı istedi.

- Geliyorum hemen.

Acil girişinde gürültü falan yok bu defa, sadece ağlayan bir kadın sesi geliyor. Bir de tok bir erkek sesi var konuşan. Çığlık olmaması hayra alamet. Durum ne kadar kötü işe, çığlıklar ve inlemeler de o derece yüksek olur. Bu yüzden daha hastayı görmeden durum hakkında az çok fikir sahibi oluruz.

Ufak tefek, alımlı bir bayan sürekli ağlıyor. Yanındaki bey de, kocası olmalı, iyi giyimli oldukça sağlıklı görünüyor. Tok sesiyle cevap veriyor hemşirelerin sorularına. Ne kadar da sakın duruyor adam. Ya çok önemsiz bir şey ya da duruma oldukça alışık. Murat’ın yanına gidip bir bakayım yardıma ihtiyacı var mı diye.

- Murat Bey?

- Gel Emre, gel. Yardımına ihtiyacım olabilir diye düşünmüştüm ama hallettim. Hastayı psikiyatriye sevkettim. Bu geceyi orada geçirecek. Doktoru görsün de yarın.

- Tanıyor musun hastayı?

- Sayılır. Çocukluğundan bu yana psikiyatri tedavisi gören ilginç bir vaka imiş. Umut Yüceer’di sanırım adı. Ben de geçen yıl karşılaşmıştım ilk. En az iki ayda bir gelip bir süre kalır hastanede.

- Tanı neymiş peki?

- Şizofreni.

- Hmm…

- İşin garip yanı ne biliyor musun “şizofren olabilirim” diye doktora tanı öneren kendisiymiş hem de daha 16 yaşında.

- Ne kadar çok şey biliyorsun hakkında.

- Şizofren olduğunu kabul eden bir şizofreni vakası kolay unutulmuyor. Neyse Elif hemşireye söyle de göndersin ailesini. Bu gece burada oğulları. Ordan da odaya gel. Belki kahve yapar hemşire hanımlar

- Tamam hallederim sonra da gelirim odaya.

*

Şizofrenim diyen bir şizofren... Dosyasını bulsam incelememe izin verirler mi acaba? Hangi doktorun hastası ki?

Gözlerim kapanıyor. Odaya çıkıp biraz kestireyim en iyisi. Nasılsa yarın da bütün gün nöroloji servisinde olacağım. Hoca etraftayken uyuma şansım da olmaz. Vakaya yarın bakarım. Odada da kimse yok. Bir saat uyusam kanepede, epey idare eder beni. Saat de dördü geçmiş. Alarmı beşe kurayım da ben, her ihtimale karşı. Kapı çalıyor, iki dakika dahi uyku yok.

- Gel.

- Doktor bey, kusura bakmayın uyandırdım galiba ama psikiyatrideki nöbetçi doktor acile gelen bir intihar vakası ile ilgilendiği için nöroloji nöbetçisini çağırmamı istedi. Bu gece acilden sevkedilen hasta kendisini boğmaya çalışmış.

- Peki hemşire hanım, sağolun. Hemen geliyorum.

Tam da dalacaktım. Keşke gelmeden uğraşaymışım psikiyatriye. Şu asansör de gelmedi bir türlü. Hah, geldi sonunda.

*
-
Merhaba Umut Bey. Daha iyi hissediyor musunuz?

- ...

- Ellerinizi bağlamak zorunda olduğumuz için üzgünüz. Fakat kendinize zarar vermenize izin veremeyiz.

- Siz kimsiniz ki beni benden korumaya kalkıyorsunuz?

- Sizin iyiliğiniz için.

- Neden benim iyiliğimi istiyorsunuz? Herkes kendisi için en iyi olanı ister zaten. Ben kendi kararlarımı alabilirim.

- Bu söylediğiniz durum sağlıklı bireyler için geçerlidir. Şu anda siz profesyonel yardıma ihtiyacınız olduğu için buradasınız.

- Buna da siz yani profesyoneller karar verdiniz değil mi? Bu işten para kazandığınız için sunduğunuz yardımı daha geçerli yapan ne merak ediyorum. Ben, ailem beni buraya getirdiği için buradayım. Yardıma ihtiyacım varsa bile bunun için siz ve arkadaşlarınızın kapasitesinin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yapılabilecek bir şey yok bir diğer anlamda. Bugüne kadar tüm duyduklarım ve gördüklerime dayanarak konuşuyorum...

- Şiddetli başağrıları çektiğinizi söylemişsiniz sizi bulan hemşireye. Bunlara son vermek için bastırıyormuşsunuz yastığı yüzünüze. Kendini ölümünüze sebep olabilirdiniz. Başağrılarınızı tarif edebilir misiniz?

- Kendimi öldürmeye çalışmıyordum. Sadece beynime oksijen gitmesini engellemek istedim bir süre için.

- Hemşire hanım gelip sizi testler için götürecek birazdan. Size yardımcı olabilmem için konuşmanızı rica ediyorum.

- ...

- Baş ağrılarınızın yoğunlaştığı bölgeyi tam olarak gösterebilir misiniz?

- Hayır. Ellerim bağlı görmüyor musunuz?

- Tarif edin o zaman.

- İsminiz ne doktor bey?

- Emre. Başağrılarınızın yoğunlaştığı bölgeyi tarif eder misiniz?

- Şizofreni tanısından haberdarsınızdır. Sırf testlerde ve araştırmalarda sizlere kobay olmaktan bıktığım için kendi tanımı kendim koydum. Nasıl akıllıca değil mi?

- Lütfen sorularıma cevap verin.

- Siz daha kendi hayatıma dair kararları almama izin vermezken benden bunu istemeye hakkınız olmadığının farkında olmalısınız.

- Umut Bey, ben nöroloji bölümündenim ve size yardımcı olmaya çalışıyorum. Sorularıma cevap vermeniz sizin yararınıza.

- Ne güzel. Nöroloji… Beyinle ilgili epey şey biliyor olduğunuzu farzediyorum. Uzmanlıkta ilk yılınız olsa gerek. Sizi daha önce hiç görmedim. Murat Bey’le bile birkaç defa karşılaştık ama siz yenisiniz kesinlikle. Hüseyin Hoca ile mi çalışıyorsunuz? Oldukça iyi bir hoca. Her ne kadar birkaç yıldır yayın çıkaramamış olsa da son makalesinden bahsediliyor hala. Eşiyle sorunlarını çözdü mü? Mehmet Hoca ile konuşurken kulağıma ilişmişti geçen yıl. Yeni asistanlarından biri ile anılıyordu ya adı. Eşinin kulağına gitmişti.

- Ben… Ben bilemiyorum, haberim yok bunlardan. İlk yılım evet. Her doktoru tanıyor musunuz?

- Tanımıyorum. Hatırlıyorum.

- Sorumu son defa soruyorum Umut bey. Şikayetlerinizi söylemeyecekseniz hemşire hanımı çağıracağım sizinle ilgilenmesi için.

- Dosyamı okumadığınız ne kadar belli Doktor Bey. Sizin de bildiğiniz gibi uzun süreli bellekte sürekli bir kayıdın oluşumu yani “depolama” dediğimiz basamak “kazanma” ve “sağlamlaştırma”nın bir sonucunda gerçekleşiyor. Benim hafıza oluşumumdaki “kazanma” ve “sağlamlaştırma” pek çok insanınkinden daha güçlü ve sistematik çalışıyor. Kısacası ben hafızama aldığım her şeyi hatırlıyorum Doktor Bey. Nasıl? Sizi tatmin edecek kadar bilimsel oldu mu açıklamam?

-

- Uzun dönem hafızamda her şeyi süresiz saklıyor beynim. Bu da beni önemli bir vaka yapıyor değil mi? Ama şizofreni tanısından bu yana hepsi benim hayal ürünüm farzedildiğinden rahatım artık. Karışan eden yok.

- Bu konuda epey okuduğuz belli. Sorulara cevap vermezken istediğiniz konularda ne kadar da çok konuşuyorsunuz.

- Beynimdekileri boşaltmam gerek. Sizin hafızanızda depoladığınızdan yüzbinlerce kat fazlasını saklıyorum ben ve bu beynimi de ruhumu da yoruyor. Sizin bunu anlamanız oldukça zor tabi. Murat Bey’in ayakkabı bağlarınının renkleri aynı gibi görünse de ton farkı olduğunu farketmiş olsanız bile unutmuşsunuzdur çoktan.

- ...

- Unutmak... Hayattaki en büyük armağanlardan birisi insana... Ne kadar şanslı olduğunuzun farkında olmamanız çok acı...

- Kaç yaşındaşınız Umut bey?

- 23.

- Ben dosyanızı incelerken hemşire hanım sizi MR odasına götürecek. Döndüğünüzde konuşmamıza devam edeceğiz.

- Nasılsa benim seçme şansım yok doktor bey. Dosyamı okurken aklınızdan çıkarmayın.

- Neyi?

- Orada yazan herşey, hakkımdaki tüm gözlemler benim yansıttıklarımdan ibarettir. Tıbbi testler dışındakileri kastediyorum elbette. Beyinle ilgili pek çok şey hala çözülemediği için göreceğiniz test sonuçları sadece resimler ve haritalardır. O haritaların ne sakladığını asla öğrenemezsiniz. Sadece ben neyi nereye sakladığımı biliyorum.

*

- Doktor Bey hastayı götürebilir miyiz?

- Tabi hemşire hanım. Ben odamda olacağım. İşiniz bitince haber verin lütfen.

- Peki doktor bey.

Elimde tuttuğum dosyayla ilgili soru isretlerini arttıracak kadar aklı başında bir konuşma yapan bir hasta ile karşılaşmamıştım daha önce. Söylediklerinin ne kadarı doğru acaba? Bakalım ilginç neler var...

Umut Yüceer. 23 yaşında. Doğum yeri Ankara. Dört yaşında psikolojik desteğe başvurmuş ailesi, beş yaşında psikiyatriye sevkedilmiş başını duvarlara vurmaya başlayınca. Doktor gözetiminde tedavisi devam ediyor o günden bu yana. Pek çok değişik doktor ve servis adı var burada. Eğitim seviyesi ilkokul bir terk mi?

Dediği doğruymuş. Bu dosyadaki test sonuçlarına göre yeni protein ve mRNA sentezi normal bir bireyinkinden farklı ve daha kısa sürede gerçekleşiyormuş. Bu da demek ki edindiği bilgilerin uzun dönem hafızaya aktarılması oldukça kısa sürede gerçekleşiyor. Her şeyi hatırladığı konusunda doğru söylüyor olabilir mi? Yok canım, şizofren bir hastanın dedikleri mi karıştıracak aklımı.

- Doktor bey hastayı odasına çıkardık tekrar. Haber vereyim dedim. Sonuçlar yarım saate hazır olur. Size ulaştırırım hemen.

- Sağol.

- Bu arada hasta sizi görmek istiyormuş.

- Peki.

En iyisi gidip bir bakmak. Doktor olan benim, hasta ile mesafemi korumayı öğrenmeliyim. Ağrılığımı koyayım ki nasıl başlarsa öyle gider...

- Emre Bey, incelediniz mi dosyamı?

- Evet.

- Şaşırdınız değil mi eğitim almamış olmama? Her gören şaşırıyor. Size özel bir durum değil. Yazılarımdan bir kısmını da eklemişti Mehmet Hoca dosyama. Onlar da en çok ilgi çeken bölümlerinden birisi dosyamın.

- Onu görmedim.

- Özgeçmiş hazırlama ihtiyacı hissetmiyorum zaten. Dosyam var ya, o açıdan. İlk başlarda doktorlar istediğini yazıyordu ruhsal özgeçmişime, artık benim istediklerim yazılıyor. Komik değil mi?

- Neden beni görmek istediniz?

- Ellerimi çözmenizi rica edecektim.

- Mümkün değil.

- Dosyayı açar mısınız? 34. sayfada fotokopi bir sayfa olacak.

- Hemşire hanım size bir sakinleştirici yapmış az önce. Birazdan uykuya dalacaksınız. Yarın doktorunuz ile görüşürsünüz.

- Unutmak nedir Emre Bey? Bilimsel açıklamasını bildiğinize eminim. Siz nasıl tanımlıyorsunuz merak ediyorum. Aklınıza ilk gelen nedir?

- Hatırlayamamak.

- Hafıza ile doğrudan ilişkili yani? İstemli midir peki? İsteyince unutabilir mi insan ?

- …

- Başımı oraya buraya vurmaya başladığım zaman sebebini bilmiyordum. Başım inanılmaz ağır geliyordu. O zaman beynimin varlığından bile haberdar değildim ama başımın içinde olup biten şeylerle başedemiyordum... İleri zekalı olduğumu düşündü ailem ilk zamanlarda... Çok hızlı öğreniyordum, gördüğüm bir şeyi bir daha unutmuyordum çünkü...

- Kendinizi daha fazla yormayın Umut Bey.

- Ellerim... Ellerimi...

Kaçıncı sayfa demişti? Çıkıvermiş aklımdan. Kırk üç müydü otuz dört mü? Otuzdörtmüş. İşte bahsettiği fotokopi burada. Fotokopinin zemini beyaz değil sanırım kağıt parçaları birleştirilerek oluşturulmuş. Ne kadar okunaklı bir yazı. Köşeye not düşülmüş:

“Umut Yüceer, yaş 16. Hasta; odasında gözleri bağlı, kulakları pamuk ile tıkanmış, cenin pozisyonunda histeri krizi geçirirken bulunup hastaneye getirildiğinde avucunun içinde buruşturulmuş halde bulunan kağıt parçasıdır.”

Duymak, görmek istemiyorum. Kafamın içindeki bu külçeyi taşıyamıyorum artık. İlk düşüşümde kanayan dizimin acısını daha fazla duymak istemiyorum. Hafıza diyorlar, acı deposu sadece. Babaannemin bana aldığı kamyonun sevincini bastıyor kırıldığı günkü hayal kırıklığı. Unutmak diyorlar. Ne olduğunu anlamıyorum. Anlamak için uğraşıyorum, zorluyorum kendimi, beceremiyorum. Var olan bir şeyin varlığı aklımdan nasıl çıkar ki? Ölmüş bir şey nasıl yok sayılır? Böyle bir şey mümkün mü? Yoksa kandırıyor mu herkes kendini? Unutmak diyorlar. Unutma beni diyorlar. Oysa unutmak ne büyük bir lüks anlamıyorlar… Hayatı yaşanılır ve dayabinilir kılan yegane şey olduğunu bilmiyorlar. Ahmaklar! Ölümden sonra da hayat var diyorlar. Hem de sonsuz… Benim için ne kadar korkunç… Sonsuza kadar hatırlamak her şeyi… Unutacağım ben de. Unut diyorum sana! Beynim, hafızam, her neysen işte. Unut! Unut unut unut... Unutamamak ölsün, öl unutamamak!

tuğçe

Hangi kelimeye yüklesem içimden geçenleri
hepsi aciz, bir o kadar da kifayetsiz…
Oysa ki hepi topu bir zamir gibi görünen “biz”e
belki de hakkını en çok verecek olan biziz...
Sen ki gözünü açtığın andan beri ömrümün ev sahibi,
ruhumun ortak böleni,
sevginin katı-sıvı-gaz,
hatta yalın ya da -e hali…
Cennetteki bir ağacın dalları olsa da ismin,
o ağacın nefes alan köklerisin benim için...
Varlığın umut bana -ki sebebi aşikar:
Gülen yüzün, gülen yüzüm…
Cansın çünkü,
canımsın...

Thursday 14 February 2008

el-veda

Ben vedaları sevmem. Bundandır belki veda mektubu yazmayı bilmemem. Veda etmeyi de bilmem ki ben. Söylenilecek hiçbir söz yeterli gelmez, ama çoğu kez de gerekenden fazlası söylenir. Veda etmek için sarılır insan, dokunur. Ya da en azından ben öyle düşünüyorum. Veda ederken ardında kendinden bir şeyler bırakmaya çalışılmamalı belki de, ne alabilirsen karşındakinden kar: sıcaklık, bir bakış belki de ciğerlerini yakacak o tanıdık koku...

Vedalar burnumun direğini sızlatır benim... Boğazımdan aşağı kızgın yağlar boşalır... Elveda ile veda arasında bir fark göremem ben...

Zaten veda gerekliliktendir. Ben sevmem zorunlulukları.

Yapmak zorunda olmak ölsün, öl yapmak zorunda olmak...

Friday 1 February 2008

beklemek

özlemektendir.