Monday 13 October 2008

geçer-siz geçmiş

Gerçekten de
geçmiş
zaman,
görememişim ben,
şahit olamamışım.
Ukte olup oturmuş içime,
kalbimin yeni kiracısı gelmiş de
çıkmamış ukten, çıkaramamışım bir türlü.
Bir tutam saç buklelenmiş
görülmez kuytularda,
neye uğradığımı anlayamamışım
o yüzden bildiğim kapıları çalıp
tanıdık hayal kırıklığına uğramışım.
Bazen ne yaparsan yap olmazmış ya bazen
işte ben
hep de o bazenlere denk gelmişim
küçücükmüşüm,
acım bedenime büyükmüş,
bedenim ruhuma küçük.
Bu yazıda geçen tüm olay kişiler
hayal ürünü olup
gerçekle hiçbir ilişkisi bulunmamaktaymış
tabi gerçek denilen
yaşananlar ise...

Sunday 12 October 2008

tell me how you feel

Kırılırsın,
kimse bilmez.
Burulur için,
kursağındaki hevesini yutamazsın
kalakalır boğazında,
kimse bilmez.
İsteyivermişsindir,
olmaz.
Sesin gitmez,
uzaklar uzaklaşır,
şarkılar döngüden çıkmaz,
kimse bilmez.
Ne hissettiğini söylemek istersin
koşullar uygun olmaz,
beklediğin ses gelmez,
kimse bilmez,
kimse bilmez...

Thursday 9 October 2008

suret

Bana ait olmayan yazıları üzerime alınıyorum hâlâ.

Eskilerden kalma bir alışkanlık her halde. Kuşkuluyum. Bu da eskilerden, yeni değil. Acaba diyorum kendimin bile duyamayacağı bir sesle. Konuşmadığım için tüm harfler sessiz artık. Yeti ile istek ne kadar yakın ve ne kadar uzak birbirine. Buradaki "ne kadar"ları çift anlamlı kullanıp kendimce özellik kattım cümleye. Sonuna koyduğum noktalama işareti mi belirleyecek zihnimden geçeni? Neden nokta bu kadar önemli ki? Neden virgülleme işareti değil? Neden virgül koymak ezik kalıyor nokta koymanın yanında? Yine çok soru sordum.

Ne yana baksam
aklım diğer yanda kalıyor.
Sahici duyguların peşindeyken
fasülyeden oluveriyorum.
Farklı takımlarda aynı malubiyet
çıkıyor karşıma
ben düşerken
korunaksız alfabelerden.
Önüm arkam sağım solum
sobe.
Saklanmayan
körebe.

Bana ait olmayan yazıları üzerime alınıyorum hâlâ.

Sahibi olmadığım kelimeleri gasptan suçlu bulunuyorum. Arama emriyle dayanıyorlar kapıma. "Temiz, amirim" diyor birisi, "suç yok üzerinde, temiz." Kesin bir yerlere saklamışımdır ya da ağır gelmiştir taşıyamamıştır ceplerim. Öylece bırakıvermişimdir girişte duvarın yanına. Dünya zamanıyla yıllardır, yalnızlık zamanıyla yazılmadık sözlerdir, kişisel zamanımla şarkılardır birikmişim, biriktirmişimdir. Bir gecelik devalüasyonla sıfırlamışım, iflas edip kendime haciz koymuşumdur. Tüm söz varlığıma el konulmuş, tutamamışımdır. Yedeklediğim için, hiçbir şeyi kaybetmemiş olmam en büyük kaybım olmuştur bazen.

Tüm bunları düşünürken ben kaşla göz arasında, bana ait olduğu için bende kalamayacak olan defterler geliyor aklıma. Şimdiki zamanı geçmiş zamanla karışık kullandığım için kızıyorum kendime. Geçmiş zaman yerine geçti zaman kullanmalıyım belki de.

Saate bakıyorum, vakit epey geç olmuş. Zaman geç olmazdı misal, zaman ölmez de vakit gibi. Geçişsiz eylem olur da özne olmaz. Nesnesi olmadığım cümlelerde gizli nesne sanıyorum kendimi. Ve ben bana ait olmayan yazıları üzerime alınıyorum hâlâ.

Friday 26 September 2008

aralı dereli soru

Hissettiklerimi düşünerek mi yazıyorum
düşündüklerimi hissederek mi?

Tuesday 23 September 2008

altı ay

üstü çiçek.

Monday 22 September 2008

masal

Ay geçer yıl kalır,
yıl biter gün yetmez,
zamanın aldığı çoğul eki
tekil şahıslara eklenmezmiş.
İstisnai durumlar ve
istisnai kişiler
tesadüfleri bütünlerken;
altılar, dokuzlar ve
kız çocukları
rüyalardan artarmış.
Mucizevi uyumlar
huzurlu
uyumalardaymış.
Kısacası,
şans bu eserinde
mutluluğu anlatmış.

Friday 19 September 2008

okuyorum

yaz.

şarkı dediğin ihanet eder mi?

Bana seni hatırlatırken bir zamanlar,
sana onu hatırlatıyormuş meğer.
Zincirleme hüzün tamlamasından ötürü
bana onu hatırlatıyor şimdi,
o kim bilir kimi düşünüyor.
Çaldılar şarkılarımı,
faili meçhul.

ben hâlâ

yalınlıktan bozma ama bozulmamış
son kullanma tarihi sürekli değişen
bir kutu süt gibi korkuyorum.
Çünkü ben hâlâ
kaçırmak isterken de
yakalamak için de
kovalamak gerekliliğini
anlayamıyorum.
Miyop ruhumla
sadece yakını seçebilirken
astigmatımı neye yorsam
bilemiyorum.
Ben hâlâ
durulaşıp
duruyorum.

en b, en s

Bir kaç fotoğrafta gezinirken gözüm,
kalanlı bölüyorum hissiyatımı.
Bölüm, 43;
kalan, bana ait hissetmediğim oluyor seni.

Wednesday 10 September 2008

Kalkınma Planı

Şarkılar besleyip umut besteleyeceğim.
Kapağı yeni açılmış şişelerdeki gazozlar gibi
fokurdarken içim bir yandan,
dışarıda unutulmuş kurabiye gibi yumuşayacağım.
Ömrümün bekleme salonlarında
yanıma oturan kimseyle konuşmayacağım.
Klişelere anlam katıp
etkili elemanı olacağım
evrensel kümemin.
Kendimle didişip başkalarını yeneceğim
ki yenilmem de aynı sebepten olacak muhtemelen.
Vapurlara özenip denizi özleyeceğim.
Uyku koyunda kalacağım geceleri,
yemek üstüne hep tatlı yiyeceğim istisnasız.
Gölgemden sadık korkularımı mars edip tavlada,
kafamı rahata kiralayıp depozit almayacağım.

Tuesday 2 September 2008

şehir

An gelir
yeterinden küçük,
an gelir
olabileceğinden büyük.

Friday 29 August 2008

huzur

Kelime seçmece oynadım tek başıma
tüm harfler beşe indi.

Wednesday 27 August 2008

hayat

Nefes al, nefes ver esnasında
heyecan pompalayıp huzur dolan kalpleri
uçaklardan hatta ve hatta martılardan koruyanımdır.
İsteklerim peşinde
koşarayak seyahatimdir,
gezdiklerimlerim ve gezeceklerimdir.
Üzüntümden arttırdığım eğlencem,
kalp kırıklıklarımın ardından kazandıklarımdır,
"tüh"lerimin "iyi ki" ye dönüşleridir bir yerde.
Hayatım kadardır benim için zaman
ve zamanım kadardır hayat.

Tuesday 12 August 2008

zamana övgü

dur zaman
sür zaman.

Thursday 31 July 2008

korku

yorum.

fotoğraf

Zaten gözümün önünde olup da görmediğim
hatta gördükçe
gözlerimi sımsıkı yumarak
yok olur sandığım şeylerden birisi
bir gün dikiliverirse karşıma,
susakalırım.
Neyin olmadığını anlarım belki de kim bilir.
Yaşadıklarım duyduklarımdan ağır basar,
inanamam,
gördüklerimi nereye koyacağımı bilemem.
Tüm kalp kırıklarımdan bütünlemeye kalırım,
bütünleyemem
yarım kalırım.

Tuesday 10 June 2008

düş-ünce

Yatakla duvar arasına düşecek kadar çok olunca hayaller,
iki kişilik yatağa tek kişi olsan da sığılmazmış bazen.

Tuesday 3 June 2008

keyif

Soru işaretlerimi ters çevirip
askı ettim anlamadıklarımı asıp orada bırakmak için.
Hafiften rüzgar,
tenimi koyultan güneş,
sevdikçe yakınlaşan şarkılar...
Kafamı rahata yaslayıp
içini dışına çevirdim huzurumun.
Zaman eserken üstüme üstüme
açtım kollarımı,
unuttum zırhlarımı.
Sarılıp zamana,
her şeyin olacağına doğru
koyuldum yola,
yüzümde hiç yormayan bir tebessüm...

Monday 2 June 2008

müzik-al

Beynimin kayıt cihazını çalmış ruhum.
Hamal edip şarkıları
anlam yüklemiş kulağımdan içeri süzülenlere,
ne kadarını taşıyabilirler düşünmeden.
Hem sığınak hem savaş alanı olmuşken müzik,
enstrümantal melodilere söz yazmış da
söz verememiş
kimselere.

heye-can

İçimdeki yaprakları kıpırdatan rüzgar.

ürkek soru

Acıdıkça korkuyor,
korktukça büyüyor,
incindikçe ihtiyarlayıp
sevdikçe gençleşiyorsam;
sevmeye engel korkularım
yaşanan acılardan mıdır
yaşanacaklardan mı?

kadar

Güneşe nazır, keyfe şayan, ılık bir havada
hayallerden abaküs yapıp
tüm boncukları aynı renk sandığımda
saatler 24 gün,
günler 365 saat...
Ki aylar kaç yıl ediveriyor
sayamıyoruz zaten.

Aldatmak

Kişinin kiminle seviştiği değil, uyumadan önce kimi düşündüğüdür olsa olsa.

Tuesday 6 May 2008

biçare

- Tak tak tak!
- Dolu.
- ...

iki kefe bir beden

Duygularım için mantığım
mantığım için de duygularım ağır
olduğundan belki de
tehdit unsuruyum kendime.
Keyfe keder,
kedere keyif
katma çabasındayım.
İstemediğim halde olacaklar,
istediğim halde olmayanlarla
tek kale maç yapıyor
zaman hakemliğinde,
tüm golleri ben yiyorum.
İn akıl
çık akıl
işin içinden.

Cle"me"ntine:

I don't know! I don't know! I'm lost! I'm scared! I feel like I'm disappearing! My skin coming off! I'm getting old! Nothing makes any sense to me! Nothing makes any sense!

Monday 5 May 2008

yok(luk)sun

Seni güldüm bugün,
dün de seni acıkmıştım.
Birazdan yine seni dolaşacağım,
ardından sanırım seni içerim.
Seni çalışıp, ara verince bir miktar seni yazıp
seni dinledikten sonra
seni yürürüm sokaklarda.
Açık açık seni üzülüp,
içten içe seni sevinirim.
Seni giyinip yatmadan önce,
gece seni uyur,
sabah kendime uyanırım.

imkansız soru

Bir yatak ile bir tavan arası
hayal kırıklıklarının molozlarıyla dolunca,
bir güneş ile bir deniz arası
kaç yeni hayal alır?

bakış acısı

Üç iç küçük mum,
bir çakmak...
Odaya dolan koku
yansıyor aynalardan,
ben biraz korkak.

Duvarlara sabitlenmiş bakışlarla
saçlarımdan labirent örüp
çıkmak için çıkmazlara giriyorum,
çıkamıyorum,
kısılıyorum,
sıkılıyorum.

Kurduğum hayaller kapatılıyor bir bir.
Kim aldı kim verdi de
kim kimi yendi
söyleyemiyorum.

Kendi kendini dölleyemeyen umutlar
yetiştiriyorum içimde.
Duygularımın uçurumlarından
mantığımın kuyularına atlıyorum.
Arafta kalmaktansa
üzüntüden gebermeyi yeğliyorum.

Düşüncelerden uykuya geçişlerde
kimlik soruyor rüyalar,
bilmiyorlar oysa
ben ipeklere sarınıp her gece
hep aynı rüyaya bakıyorum.

Wednesday 30 April 2008

camdan can

Aynı fay hattı mı bizi silkeleyen?
Kalbini çarptıran rüzgar mı
beni
beklemekle zamana bırakmak arasındaki
uçurumunun kıyısına getiren?

Doğal afet bölgesi kalbim;
sel, fırtına, deprem.
Hayatın hırçın yanları kuşatmış uykuları.
Verecek anlamım yok bu ara
olmayacak şeyleri isteyen
istememesi gerektiğini bilen
gerekliliklere duyduğu nefretle
kendisini yiyen içimde.

Bir boş şişeye
zehir de doldurabilirsiniz
su da;
kırıp kanata da bilirsiniz
elinizi,
kokunuzu da saklayabilirsiniz
hafızalara taşınmak üzere.

Bomboşum,
boş bir şişe gibi...
Kırıldığı için asla dolamayacak,
boş, kırık bir şişe...

Wednesday 23 April 2008

Cronus

Geçmiş ya da gelecek olduğunu anlayamadığımız zaman dilimleri olabilir mi?

Geçmiş ya da gelecek diye tanımlamamıza yarayan belirteçler aslında zihinlerimizin ürünü olabilir mi?

Tecrübeler geçmişe, hayaller geleceğe işaret ise kurduğumuz her hayal gelecek zamana dair olmak zorunda mıdır?

Şimdiki zaman nerededir?

Rüyalar nereye aittir?

Bunca çok soru doğurabildiğine göre, zaman kavramı dün, bugün ve yarından ibaret değildir. Ama bir dakika sonrası bile bilinmezdir nasıl oluyorsa.

Tahmin ile hayal arasındaki fark, olması beklenen ile olması istenen arasındaki farktır hepi topu. Şu an diye düşündüğümüz şey, hakimiyetimizin en yüksek olduğu andır düşüncesinde olduğumuz için, şu anı yaşamanın önemini vurgularız sürekli. Olabilirlik, zaman ile o kadar sıkı bir ilişki içerisindedir ki kapasite, aslında, zamanın beslediklerinden birisidir.

Zamanın insana verdiklerini küçük görmemek gerek. unutmamalıyız ki bizim fikir sahibi olamadığımız "gelecek", zamanın içindedir. Zamanın bize dostluğu da düşmanlığı da, bizim işleyen hayat süreci boyunca, zamandan istediklerimizi alıp alamamızla ilgilidir. İstekler ise zamanla değişebildiklerinden zamanın gücüne saygı duymaktan ve zamanı kontrol etmeye çalışmaktansa; onunla uyum içerisinde hareket edip hayattan payımıza düşeni en iyi şekilde kullanmak, yapabileceğimiz en akıllıca ve en duygusal şeydir belki de.

zamana sövgü

gel zaman
git zaman.

Tuesday 22 April 2008

benim soğuk denizim

Duyguların ne olduğunu anlayamazsınız çünkü anlamak beyin ile gerçekleştirilen bir eylemdir. Şarkılara ve kelimelere yükleyecek anlamınız hiç bitmez ama zaman geçer, biter, durmaz. Kendinizi bir anda bir nehrin üzerinde saçlarınızı rüzgara teslim etmiş buluverirsiniz. Özgürlük kokar hava. Duyular duygulardandır, bu yüzden dokunuşları/ dokunamayışları, kokuları, sessizliği, müzikleri ve gördüklerinizi unutamazsınız kolay kolay. Peşiniz sıra gelen bir kuyruk gibi olsalar da, kertenkeleler gibi istediğiniz yerde bırakamazsınız kuyruğunuzu, yeniden çıkacak eminliğiyle. Hızlanan ritimle artarken kalp atışları -ki genelde kalp mesul tutulur duygulardan oysa ruhtur asıl sahipleri- , yüzünüzde kalan bir gülümsemedir huzur. İsimler yersiz, sıfatlar gereksiz, kalıplar lüzumsuzdur. Her şey olduğu kadardır, olmadığı kadar da değildir. Aslında bu kadar basit, aslında bu kadar karmaşık.

Friday 18 April 2008

alış-ma

Unutmaktan sonra insanoğluna verilmiş en büyük nimetlerden biri olarak görüyorum alışmayı. "Ya alışamasaydık?" diye düşündükçe çıldıracak gibi oluyorum inanın. Neye yani nasıl bir duruma alıştığımız da ayrı bir ilginçlik.

İyi şeylere çok çabuk alışıyoruz. Buradaki "iyi"den kastım, bir önceki durumdan daha iyi olana anlamında. Yani beklentilerimiz ve şikayet eşiğimiz çok çabuk değişebiliyor. "Bir olsa, ne şahane olur!" dediğimiz şeye ulaşınca bir anda çok normalmiş, zaten bizim hakkımızmış gibi algılayabiliyor zihnimiz. Hemen o şeyin bizim ya da hayatımızda olmasına alışıyoruz.

Ama hayatımızda olan ve önem verdiğimiz bir şey hayatımızdan çıkınca, aynı hızda olmuyor alışma süreci. Hele ki alışmak zorunda bırakılıyor isek. Kabullenmeye mecbur bırakan yani bizim etkimiz dışında ve istemediğimiz şekilde sonuçlanmış olaylara o kadar çabuk alışamıyoruz. Acı veriyor, sancılı oluyor. Ama eninde sonunda iyi de olsa kötü de her şeye alışılıyor.

Friday 11 April 2008

yalnızlık

herkesle konuşup, kimseye bir şey söylememektir.

Wednesday 9 April 2008

ayn-ı ayna

"Ne düşünürsen savaşa dair,
ben ondan uzağım, çok çok uzaklardayım.
Ne düşünürsen aşka dair,
ben işte oyum, yalnızca oyum, tümden oyum ben."

Mevlânâ Celâleddin Rumî

sizlik çare

Çaresizlik
"çare"nin yokluğu değil,
sorunun çözümünün bizim istediğimiz şekilde olmamasının
yarattığı hissiyattır.

akıllı soru

Aklım ruhumun neresinde?

Tuesday 8 April 2008

dinliyorum

sus.

elde ne var

Sebepler sonuçların oluşmasında etken olsalar da,
sonuç oluştuğu andan itibaren etkisizlerdir.
Sebepler sonuçları değiştirmezler.
Evet acıdır ama gerçek budur son tahlilde.

Monday 7 April 2008

özlü soru

Ben ruhumun ne kadarıyım,
ruhum benim kaçta kaçım?

Saturday 5 April 2008

dâhilî savaş

Fiilden türetilen tüm isimlerim
(çelişkilerim, korkularım, kuruntularım, kaçışlarım),
isimden türetilen fiilerime
(mücadele etmek, güçlü olmak, istek duymak, umutlu olmak)
karşı.

korkuyorum

kavra.

oyuncak

Lego parçaları gibi kutulara dolduruyorum kelimelerimi.
Herkesteki kadar kare ya da dikdörtgen aslında
benim logolarım da.
Hangisinden sonra
hangisinin geleceğini bilmeden
döktüğüm de oluyor önüme hepsini,
aklımdakini yapmak için
kutu içinde lego aradığım da.
Devirdiğim cümlelerin vebalini düşünmeyecek kadar
naifken kimi zaman hislerim,
şifreleyip "herkese göster ama kimseye söyleme" diye
öğütlediğim de olmuyor değil.
Oyuncak ediyorum sözcükleri de
oynamıyorum kutsal bulduğum duygularla aslında.
Kutsallığı üstüne titrememden sadece,
yoksa ilahi değil hatta olabildiğince beşeri
gücüm, direncim,
zayıf yanlarım, zayıflıklarım.
Önemsizliğinden de değil "söz"lerime "-cük" eklemem,
her biri bir cümle,
her cümlem bir hikâye(m) olabileceğinden...

Thursday 3 April 2008

eski zaman

Uzaktan bakılınca aynı görünüyorsa
ışıklar,
farklı şehirlere ait olduğunu insan
ne zaman anlar?
Kaç metre deniz,
kaç mil dağ
sıralanır
iki şiir arasında
ki
henüz yazılmamışsa
hâlâ
beni kim ikna eder
benim
şiirim olmadığına?
29 harfi sömüre sömüre
bitiremeyip,
yetiremeyip,
doyamamışsak hâlâ,
çocuklarsak,
parlak yıldızlarsak o zaman
o zaman
ne zaman?

Tuesday 1 April 2008

biten aşkların ardından

Bana kattıklarınızı kendimden ayıramayacağım gibi,
benden aldıklarınızı da
istesem de dolduramam bıraktığınız boşluklarıma.
Zamana bağılmış gerçekler.
Mutlakiyetten uzak ve değişebilirlermiş.
O fotoğraftaki bakış gerçek idiyse
şu an bakmayan gözler de gerçek.
Kurulan hayaller, yıkılan hayallerle
1-1 berabere.
Hiç bitmeyecek sanmakken aşk hisleri,
kurulan her ilişik yıkılmaya mahkumdur
doğa koşulları gereği.
Ardımdan ne kalacak zihinlerde kestiremiyorum,
gönüllerdeki hükmümü yitirdiğim aşikar.
"Ben"i besleyen "sen"lerden geriye
açlık kaldı, en çok da susuzluk.
Üşümek yokluktandır.
Ben miyim tek üşüyen?
Gurur akıldan mıdır yoksa kalpten mi?
Bir gülüş sımsıcacık da yapabilir içini,
kanatabilir de.
Karşılıklar karşılıksız kalabilir
ki her yön birbirine karşı olmayabilir
dönek dediğimiz şu dünyada.
Dönmesindendir oysa hayat
lakin pek lafını etmeyiz bunun da.
Büyümek daha az güvenip, daha çok korkmaktır,
belki de
cahil, deli ya da çocuk
hiçbirinin cesaretine sahip olamamaktır.
Duyguların fiziksel yansımalarını yitirmesiyle
daha az hissedince,
acı da daha az olur sandım.
Her zaman yaptığım gibi
yanıldım.
Yetmedim,
yetinmeyenlerde direndim belki de.
Olmayanın peşinden giderken
sevgimi sorgulayıp küçümseyenlerden korktum,
sindim.
Anneannemin kucağını özledim.
Saçlarımda dolaşmayan ellerin
"geçecek" demelerini düşledim.
Varlık yanılgısına kanmaktı oysa tek isteğim.
Güçlendikçe sertleşen kabuğum her kırılışında
daha çok battı, kanattı.
Tuttuğumu koparacak azimde,
uzanan elleri boş çevirmeyecek güçte,
kendini sevecek yalnızlıktayım.
Güvenim çoktan öldü,
umudum sizlere ömür...
Bende ikimize yetecek kadar biz kaldı aslında da,
ne ben verdim
ne kimse aldı…

belli belirsiz

Sürüncemede kalmak yoruyor beni. Kendi kendimle savaşır halde belirsizlik belasından kurtulmaya çalışıyorum da, bu belirsiz dediğim şey nasıl ve hangi yönde belirlenecek işte o korkutuyor beni. Yani belli olduğu "o" durum benim istediğim şey mi olacak?

Sanırım yine de, ne olursa olsun, net olması yeterli olacak benim için. Sınav stresindense, kalacak dahi olsam o sınavın bitip gitmesini tercih etmişimdir hep. Yeter ki bileyim. Karnımı ağrıtan, uykumu kaçıran, kafamı patlatacak kadar çok ve karışık düşüncelere boğan muallaktaki durumlar ihtiyarlatıyor beni. Yoruyor, enerjimi çalıyor. Keşke istediğim gibi olsa pek çok şey ama olmayacaksa da bilsem.

Kötü huylu umut yapıyor belirsizlik kalbimde. Üstelik ummaktan doğan güvensizlik duygusu yapıyor bende belirsizlik. Belli olsun istiyorum. Açıktan gelsin, anlayayım. Bilmediğim sürece düşmanken bana zaman; bildikten sonra, üstesinden gelmek ya da alışmak için destek alabiliyorum zamandan sanki. Muammalı durumlar keyfimi kaçırıyor benim. Duru olsun istiyorum yaşadıklarım. Her zaman olmuyor belki ama elimden geleni ardıma koymuyorum olsun diye. Soru işaretleriyle yaşamaktansa, canımı yakan gerçeklerle yüzleşmeyi yeğliyorum.

Monday 31 March 2008

bilinçaltı çocuğu

Söylediklerimi anlamayacağın bir dilden yazıyorum belki de.
Belki de anlama istiyorum
kalbimden çıkanları.

Çarelerden uzakta,
ümitle burun buruna geliyorum kimi zaman.
İşte tam da o zaman,
yani ne zaman adın geçse aklımdan
tanımamazlıktan gelip beni,
çevirip kafasını gidiyor umut.

Tahterevallinin ağır tarafıyıym,
kaydırakta sıkışan ben;
ağzından taş atıyorum robotun
çıkmıyor karnındaki delikten.
Akşam ezanı okunuyor,
çağıran yok beni.
Sen büyüksün diyorlar,
"dizlerim olmasa da bakın,
bakın ellerim yara bere içinde" diyorum,
dinlemiyorlar.
Daha da kötüsü
dinlemiyorsun.
Söylemediklerimi
hiç anlamıyorsun.
Söylemediklerimi anlayacağın bir dilden susuyorum oysa.

İşte yine anlamayacağın bir dilden yazıyorum söylediklerimi,
çünkü anlama istiyorum
içimde kalanları...

aşkın yakın hâli

İstediğin hâlde olmayacağını bilmek çaresizlik,
olmayacağını bile bile olmasını istemek umuttur.

Friday 28 March 2008

kendim

Kim bilir kaç defa çaldı kapım,
kaç kere duydum telefonu...
Hiçbir gelen sen değildin,
hiçbir arayan sen...

Thursday 27 March 2008

belgisiz

İsim olmadan, sıfat koca bir hiçtir.

Wednesday 26 March 2008

Yaşa-m

Bir an geliyor ki gecelerce kafa patlattığın şeyler bir anda bomboş oluyor. Bir yanda güven de denilen garantiler var. Bildiğin, korkmadığın ama kalbini de gümbürdetmeyen. Hatta belki kalbinin gümbürdeyeceğinden bile habersizsin. Etrafında olup bitene bakmayı dahi düşünmeyecek kadar olağan seyrinde devam ederken hayat, herkes bir düzen oturtmayı isterken, bir an geliyor ve avazın çıktığı kadar bağırmak istiyorsun : "Hayır!" Pencereyi açmasan da olur, evin içinde bile bağır(a)mıyorsun. "Karnın tok sırtın pek" tatmini anlamını yitiriyor işte o bahsettiğim an gelince.

Gidecek çok yer, öğrenecek çok şey, keşfedecek bunların on katı şey varken, kendini atıveriyor insan yollara da; o bahsi geçen "an"ın başka bir hali geliverince normlara ve normallere kayıyor aklı. Hayatın karşına ne çıkaracağını bilemiyorsun. Bilemediğin gibi; kelebek etkisinde rüzgar mısın, kelebek kanadı mısın, yoksa tüm bunların sonuçlarını çeken misin, bunları da bilemiyorsun. Doğru bildiklerini yalanlayabiliyor hayat. En çok da umursamıyor seni. sen dursan, ben dursam, yani biz dursak da durmuyor hayat. Hani "ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum" tezi sökmüyor hayata. Sen olsan da olmasan da, zamanla seviyeli bir beraberlik yaşıyor hayat.

Hayat derken kendi yaşadıklarını mı kastediyorsun, tüm dünyayı mı, tüm zamanları mı, onu bile kestiremiyorsun. Locke diyor ki "Hatırladıklarınızdan ibaretsiniz. Sizin kişiliğiniz, tecrübeleriniz ve yaşadıklarınız sadece." Yaşamadıklarını, yaşayamadıklarını nereye koyacaksın? İşte tıkandığın bir diğer nokta daha.

Şikayet edersin, anlamazsın, küfredersin, bazen de şükredersin ama illa ki yaşamak istersin. Yanlış hatırlamıyorsam Nietzche demişti: "İnsanoğlu o kadar yavşaktır ki, tek ayağının ancak sığabileceği bir adaya düşecek olsa bile yaşamak ister."

Bu durumda, yetmese de, hep ve çok mutlu etmese de saygı duyacaksın hayata. Hayatın arada lütfedip de sana söylediklerine kulak vereceksin, çünkü hayat arada bir şeyler söyler insana. Seni eskilere götüren bir şarkı çalar girdiğin dükkanda, son anda yolladığın bir başvuruya kabul gelir, öylesine çıktığın bir yürüyüş hayatın boyunca alamadığın kararları aldırır, olmaz sandıklarını oldurur, olur sandıklarının ne kadar "olamaz" olduklarını vuruverir suratına.

Mutlu da olsan mutsuz da olsan geçer hayat.
Dedim ya zamanla birliktir diye. Tercihlere gebe bıraktırır, her tercihinde vaz geçmek zorunda bıraktırır seni bir şeylerden. Ama hiçbir şey öylesine olmaz dersin bazen kendine. Aklına gelmeyen başına gelir, kalbine gelen bir türlü gerçekleşmez, gelmez başına.

Kaybetmeyi öğrenirsin. Acı olur ama öğrenirsin. Kazanmanın tersi olmadığını da tabi. Bir şey kaybederken yine başka bir şey daha da kaybedebilirsin. Ama öğrenirsin. Öğreniriz. Hayatın kahpelikleriyle kafayı bozarsan ve sana yaptığı kıyakları görmezsen senden başka kimseye bir şey olmaz. Sen farketmediğinle kalırsın, o olur.

İstemeyi bileceksin. Gülümsemeyi bileceksin. Seni gülümseten şeylerin, anların, insanların kıymetini bileceksin ama gerektiğinde onlardan vazgeçip yenilerine yelken açmayı da göze alabileceksin. Ne kadar sömürebilirsen hayatı, ne kadar çok şey alabilirsen hayattan, kâr.

Hepimiz insanız, hepimiz yavşağız. Akıllı olalım, hayata kafa tutmaktansa onunla karşılıklı kafayı çekelim bence daha iyi.

Şairin işlediği ana tema: Hayat güzel; sağlık, huzur, mutluluk, başarı ve daha niceleri...

Tuesday 25 March 2008

hâlâ

An gelir
doğru olmayanın söylenmesi mi
daha çok yakar canımı,
doğru olanın söylenmemesi mi
karar veremem.

Monday 24 March 2008

üvey

Bizi bütünlerken
beni eksik bırakansın.

Thursday 20 March 2008

Ölüm

Irene'ne...



Uzaklarda bir otel yatağında,
ya da tek kişilik yaşamların
şuracıktaki yatak odasında,
ya sabah ya akşam,
sanki bugün,
sanki şu an,
hangi durumda gelecek olursan
defol git başımdan ölüm,
defol git başımdan!

Wednesday 19 March 2008

mesafe üzerine bir kaç laf daha

Hayat ne garip uçaklar falan...
Bir bakmışsın binlerce kilometre birkaç saat,
bir bakmışsın burnunun dibi aylardır uzak...

Bana kalsın*

Yağmurlar ve sen, ayrıldık neden
Sen yokken bu dünya nasıl dönüyor bilmem
Aşk geldi kapımı çaldı, aklımı başımdan aldı
Yani şimdi dünyanın bütün derdi bana mı kaldı

Kalsın, bana kalsın, hayat çiçek, sen balsın
Kalsın, bana kalsın, hayat güzel, sen varsın

Ay bana kalsın, güller bana
Şarkılar bana kalsın, geceler bana
Ay bana kalsın, güller bana
Yalnızlık bana kalsın, kediler bana

Yağmurlar ve sen, gözyaşlarım neden
Hem sevip hem ayrılmak kader miymiş bilmem
Aşk tuttu dağı deldi, balık olup denize daldı
Yani şimdi dünyayı kurtarmak bana mı kaldı

*Ezginin Günlüğü

bir harften vazgeçebilen şaire selam olsun...

Mut(suz)

Kim istemez mutlu olmayı
ama mutsuzluğa da var mısın?

Cemal Süreya

kırık hayaller

Hayallerimizden biz mi sorumluyuz karşımızdaki mi? Başka birisi üzerine kurduğumuz hayaller kırılınca bunun sorumlusu karşımızdaki midir? Bunlar oldukça ince mevzulardır. Herkes kendi hayallerinden mesuldür, öyle olmalı ve öyle kalmalıdır.

Tuesday 18 March 2008

gel

bir gün gidebileceğim ihtimalini göze alarak sevebileceksen beni.

Monday 17 March 2008

kadim dost

Elenirken insanlar ya da ben vazgeçerken onlardan belki de, kalıyorsun sen içimde bir yerlerde. Bazen kızıyorum sana, bazen nefret ediyorsun benden, kırılıyoruz, ihmal ediyoruz, yeterince vakit ayıramıyoruz kimi zaman da. Ama biliyorum oradasın. Biliyorsun buradayım. Ergenlik problemlerinden erginlik problemlerine geçtiğimiz, hayatı ve hayattaki koordinatlarımızı çok daha fazla sorguladığımız şu günlerde hayatımda olduğun için iyi hissediyorum kendimi. Evriliyoruz, değişiyoruz. Yalnız kaldıkça kendimize kapanıyoruz. Değiştirmek istiyoruz bazen, değişmek istiyoruz, daha güzel olsun, şu şöyle olmasın böyle olsun istiyoruz, olmuyor. Söylemesek de, anlatmasak da, acımızı paylaşıyoruz, sevincimizi büyütüyoruz. Birbirimizi tanıyoruz. Tanımaya çalışıyoruz. Zaman geçerken yanımızdan, neleri götürüyor ceplerimizden fark edemiyoruz. Sayılar artarken dertler de artıyor, boşvermişlik de. "Ne olacaksa olsun"a geliyor lafın sonu. Kimler geliyor kimler geçiyor, biz hala beraber yürüdüğümüzün farkına varıyoruz. Aynı yol, aynı yön değil belki ama, beraberiz.

yağmurlu soru

Bana göre en romantik haliyle akıyor buluttan diye,
topraktaki solucanın cinayetine sebebiyet veren sayılmayacak mı artık yağmur?

Sunday 16 March 2008

amaçlı soru

Maksat acı çekmemek mi
acıları karşı tarafa belli etmemek mi?

apollon

Burnumun dibini göremeyecek kadar sarhoşken
yediğim çikolatalardan,
tüm uçakları kaçırıp
tüm börekleri yakacağım.
Gemileri havadan yüzdürüp
konacağım siyah beyaz bir film karesine,
kapın çalmayacak
ama kapında olacağım.
Leb demeden
ıslık çalacağız
ağzımızda leblebi tozu,
düşünce balonumuz
mor karış havada...

Saturday 15 March 2008

ey zaman!

Kaybetmekten sakınıp seni,
kazanmaya çalışacak kadar budalayken ben
(hatta belki de çaresiz);

hem sahibim sana, hem muhtaç,
hem aitsin bana, hem düşman.
Sen ki en önemli ve tek mutlak şeysin hayatımda,
ben ise hepi topu bir hiçim senin varlığında.

Friday 14 March 2008

kap-an-ı-ş

isteyip de yapamadıklarım
yapıp da istemediklerim
kabullenişlerim
direnişlerim
lanet okuyup vazgeçişlerim
şarkılardan bilip iç daraltımı
kendimden kaçarken
kendime tutuluşlarım
korkularıma sarılıp
çok konuşurken aslında susuşlarım
tanısı konmuş
devası yokmuş saklanışlarım
gidişlerim kalışlarım
kendime kapanışlarım
şimdilik
hepsi bu...

Thursday 13 March 2008

miş'li şimdiki zaman

Bir şarkı dinlemişim
içim ağlamış gözlerim ezilmiş,
karşı camda bir yabancı ellerini birleştirmiş düşünürken.
Bulutlara bakıp ardındaki güneşi düşünecek kadar güzelken hava
akmayan yağmur gönderilmemiş mektuplar gibiymiş.
Filmi yanlış çekilen bir senaryo kılığındaki öykülerde
kahramanların hepsi sönük
figüranların hepsi esasmış aslında.
Suflör saydığım yazılar susmuşken
yabancı şarkılar sevmişim.
Sevince yabancı olmazmış artık
öğrenmişim.

Wednesday 12 March 2008

çok

Duygudan içeri
miktardan öte
sıfattan zarf
isimden eylem
biraz ben
biraz da sen.

daraltı

Ne istediğini yüzde yüz tanımlayamasan da ne istemediğini biliyor iken, üstüne üstlük bu istemediklerin her yanındaysa daha çok daralıyor insan. Sıkıntı kendi içimde deyip sorguluyorsun her şeyi. Ama zihninde ya da kalbindekiler yeterli olmuyor açıklama bulman için. Elini kolunu bağlayan şeyler oluyor. Yol oluyor, para oluyor, sorumluluklar oluyor, elinden hiçbir şey gelmediği için kabullenmen gerekliliği oluyor, oluyor da oluyor. Rest çekesin geliyor. Farkediyorsun hayata rest çekmek dediğin şey kendine rest çekmek aslında. Aklın ermiyor bazı şeylere, hatta çoğu şeye. Muhteşem mantıksal yaklaşımlar, yerinde tespitler hiçbir işe yaramıyor. Kafan kazan gibi oluyor, tadın kaçıyor, zevk vermiyor çoğu şey. Kukumav kuşları gibi düşünüyorsun ancak. Hatırlamak istemediğin her şeyi hatırlıyorsun, görmek istemediğin her şey keçinin sevmediği ot gibi burnunda bitiyor. Duymak istemediklerin itinayla geliyor kulağına. İşte o zaman daraltılardan daraltı beğeniyorsun. Bir günde bir gecede de geçmiyor körolası. Uyuyamadığına mı yanacaksın, uyuyunca saçma sapan rüyalar gördüğüne mi. Bu psikolojik hal iğrenç bir şey kısacası. Ağlayamazsın da. Ağlayacak bir şey yok çünkü. Koskocaman açıklık bir alanda daralırsın. Konuşasın gelmez, konuşsan da anlatamazsın, içinden gelmez. Öyle mal gibi kalırsın işte. Canın acır ama bıçak kesiği gibi değil, yanık gibi. Sızlar da sızlar. Evet, öyle mal gibi kalırsın.

Tuesday 11 March 2008

en uzak mesafe

katedemediğimizdir.

mesafe

Bir park boyu yürüyüş,
bir gece boyu uyuyuş,
bir sene boyu duruluş,
bir cümle boyu kuruluş
kadardı.

Wednesday 5 March 2008

ben eskimeye sözlerinden başlarım

Öyle güzel seviyordu ki adam, kadın unuttu bir an için. Ne istediğini bilmek, mümkün olmayan bir şeyi istemeyi katlanılır kılmıyordu. Kadercilik oynuyordu kadın, tek başına oynanabilecek bir oyun olduğundan mütevellit.

Öyle güzel seviyordu ki adam, kadın yok oldu bir an için. Varlığının en büyük kanıtıyken yokluğu, "var"lığı "ol"masına yetmiyordu. Körebe oynuyordu kadın, tüm yalnızlar sağırdı, tüm körler aşık.

Öyle güzel seviyordu ki adam, kadın kıskandı bir an için. Sessiz sinema oynuyordu kadın, dört kelimeydi, yersiz.

eşanlamlı tezatlar

Boşlukla doluyken her yan,
doldur(a)mam boşluklarımı.
Seyir halinde yerimde sayarım.
Kalbimi pompa saysam
dolaştırdığı kan için,
sonra da gönül hesapı yapsam
kelime geometrisinde
matematikten sınıfta kalır,
biyolojiden bütünleme alırım.
Hiçbirini bütünleyemem,
eksik kalırım.

Monday 3 March 2008

hicran

Nerede olduğunu bilmememin ne önemi var,
nerede olmadığını biliyorum.

Saturday 1 March 2008

Rayiha

Hanımeli gibi koksun istiyordu nefesi. Yavaş yavaş attığı adımlardan rahatsız olanlar tanıdık, imalı bakışlar atıyor; zaman zaman da üfleyif püfleyerek sağından solundan koşar adımlarla geçiyorladı. Rüzgar arkasından estikçe saçlarını dağıtıyor, uçuşan saçları da yüzünü örtülüyordu. Sakın adımlarla yürümeye devam etti. Her defasında onu üzerlerinde taşıyan taş bloklar, adımlarının altında eziliyordu bugün. Yalnızlığının ağırlığı çökmüştü ayaklarına. Paltosunun fermuarını boğazına kadar çekti ensesine vuran son rüzgardan sonra. Elleri cebindeydi. Nasıl göründüğünü umursamıyordu. Hiçbir sevdiği atkı örmemişti ona ve hayatında ilk defa dokunuyordu bu.

Titredi. Ne zaman korksa titreme gelirdi. Üşümek de korkmaktandı. Elleri buz gibiydi çoğu zaman. Sertleşen rüzgar, yağmayan yağmura inat hakimdi havaya. Sinsi bir esinti boğazındaki küçücük aralıktan içeri girip koynunu soğutuyordu, içi çayır cayır yanarken. Rüzgar mı yoksa hakkında vatandaşlık numarasından daha çok şey anlatan tedirginliği mi esiyordu belirsizdi. Gideceği yere yakınlaşırken terk ettiği yerden uzaklaşması gerekirdi mantıken lakin varışların terkedişlerin tohumu olduğunun farkındaydı.

Az bulunur şeylerin değeri yüksek olurdu. Herkes yalnızdı. Bir dünya dolusuydu yalnızlık, "Bu yüzdendir belki... Kimse bilmiyor yalnızlığın kıymetini" dedi sesli bir biçimde. Kimse dönüp bakmadı. Atalarından kalma lanetli bir yakuttu yalnızlığı. Dikkatlı dokunulmadığında elleri kanatacak kesin köşeleri vardı. Bu miras, dünyada gerçekten kendisine ait olan yegane şeydi. Sahibinden geçiyordu lanet yakuta, yahut yakut lanetin kaynağıydı.

Hanımeli koksun istiyordu elleri. Mevsim şartlarının el vermeyeceğini bile bile. Parmaklarını avuciçlerinde toplamazsa sığmıyordu elleri cebine. Tıpkı farkedilmesini istediği birşeyleri saklar gibi oldukça gevşek kapatmıştı parmaklarını. Rüzgar hızını kesmişti bir nebze. Aynı yavaşlıkta takip ediyordu adımları birbirini. Kaçan kovalayandı. Elleriyle saçlarını kulaklarının arkasına aldı. Kulak hizasında kalan ellerini sakallarının üzerinden kaydırarak çenesinde birleştirdi. Durdu. Nefes aldı. Sakince sola dönüp bildiği o dar sokakta yürümeye devam etti. Eski binanın önüne geldiğinde başını yukarıya doğru kaldırdı utanarak biraz da. Işığı hala yanan odanın penceresine baktı, boğazından aşağı eriyip aktı tüm sanrıları. Dudakları aralandı. Gevelediği kelimeleri kendisi bile duyamayınca boğazını temizleyerek çok da yüksek olmayan bir sesle tekrarladı: "İyi geceler!"

Odanın ışığının kapanmasını bekledi belki yarım belki de bir saat. Bir mücevher ustasına duyduğu saygıyla gülümsedi son kez yukarıdaki pencereye. Avucundaki yakutu sıkıca kavrayıp, ellerini cebine soktu. Her gece çıktığı hanımeli duasından elleri dolu dönüyordu yine.

Hanımeli koksun istiyordu yağmur. Fakat mevsim şartları elvermiyordu yarin ellerini koklamaya...

Il n'y a pas d'amour heureux*

İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
ve açtım derken kollarını, bir haç olur gölgesi
ve sarıldım derken mutluluğuna, parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an

Mutlu aşk yoktur.

Hayatı bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan.
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan.
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter

Mutlu aşk yoktur.

Güzel aşkım, tatlı aşkım, kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
ve hemen can verdiler iri gözlerin için

Mutlu aşk yoktur.

Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine

Mutlu aşk yoktur.

Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin

Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da.

Louis Aragon

Çeviri: Ahmet Necdet, Gertrude Durusoy

*Mutlu aşk yoktur

Anna Vronskyna

Happy families are all alike; every unhappy family is unhappy in its own way.*

Tolstoy

*Tüm mutlu ailelerin mutlulukları birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu (ise) kendisine özgüdür.

Friday 29 February 2008

öz

Beni bütünlerken
bizi eksik bırakansın.

Thursday 28 February 2008

Bulut geçti, gözyaşları kaldı çimende*

An gelir,
noktalamalar ezilir anlamların altında.
Sükût, sukut oluverir
kimse bilmez,
kimse bilmez...


*Mehmet Güreli'nin Hayyam kolajı

Aristokles

Engellenemez bir gülümseme,
deli sanılmaktan duyulan memnuniyet,
birikmiş işler...
Dalga boyu en kısa renk mor bugün;
gök eflatun, deniz eflatun.
Benim geçtiğim sokaklarda
balkonlardan aşağı tüküren bulutlar
eflatun...
Sümbüller dünden razı...

Nev-bahar

Gelirken kışı kovar mı bahar
yoksa saklar mı bilemeden
ve en büyük beklenti
yeşil can erik olmalıdır diye düşünürken
-kulaklarda sukutuhayal nameleri-,
satır aralarına atılmış çağla badem çekirdeklerini
görmezden gelmek
her korkağın harcıdır
hem de gayet yerli yerinde sebeplerle.
Evet.

Wednesday 27 February 2008

tahammül

Kendine inat
dur(ma)
sus(ma)
bekle(me).

beklemeli soru

Giden mi daha çok can yakar, gelmeyen mi?

çünkü

Birden bire eriyip tüm vücuduma dağıldı yüreğim. Hissediyorum damarlarım boyunca yayılıp kaslarımın arasına nüfuz edişini. Milyonlarca minik kalp çarpıntısı sanki her yanımda. Lunaparktaki kamikazelerden, arı kovanlarına bırakıyorum kendimi, eşek arıları soksun diye kalbimi.

Tuesday 26 February 2008

suçlu soru(lar)

Kime göre yanlış olanı yapmaktır suç?
Yanlış mı olmalıdır illa?
Doğru bildiğini yaparak da suç işlenir mi?

ittifak

Ey dünya!
İşbirliğini istiyorum!
Anlamaktan geçtim.
Konuş,
üstüne bir de anlat beni...

celp

Çektiğim tüm özlemler,
çekilen hasretlerle birlik olmuş
düşmeyen davalara
çıkmayan aflar planlıyor.

Zaman geçiyor,
delip de geçiyor üstelik...

Tanıdıkça yitirilme duygusu
kime daha aşina
ya da
kimden kime miras?

Bitirilirken birikip, biriktirip,
tezatlara gelin edip ruhumu,
renk renk kaplı defterleri
günyüzünden saklayıp,
gecenin öteki yüzünde
yazdım
mum ışığında
vanilya kokusunda.
Yataktan aşağı düşme
tehlikesinden korkarak
uzaktan sokuldum belki de koynuna,
duymadın.
Sarılamadım,
bir daha korktum,
uyuyamadım.

Sorumluluk, vaat, teslimiyet
(ingilizce yazıyor olsaydım
tam burasında yazının
'commitment' derdim.)
ne hakkını verebileceğim
ne de hak edebileceklerim belki de...

Sen de bıktıysan yalnızlığından
var mısın
bakalım
kim kendinden daha uzağa kaçacak...

2902

Gideceğim dedi,
gitti.
Geri geleceğim dedi,
Mike bekledi.

algı

Sanki gökyüzü bile üstüme işiyor bugün.

onulmaz

Yaralarım dünden yadigar
ve kanıyor için için,
sessiz ve derinden.

aylak adam(lar)

- Nasılsın? Nasıl gidiyor?
- İyiyim. İşler yoğun epey bu ara. Sen nasılsın?
- İyiyim ben de. Koşuşturma, Yoğunluk.

Herkes meşgul, herkes çok yoğun. Hiç işleri yoğun olmayan duymuyorum zaten... Gerçekten uğraşıyorsak hepimiz; bu kadar çalışmaya neden güzelleşmiyor, gelişmiyor dünya anlamıyorum.

Monday 25 February 2008

herkesli soru

Herkes anladığından mı ibarettir?

kırmızı

Sıcak fakat uzak bir renktir kırmızı. Bir de solgunu olur da tonu yoktur. En çok sevdiğim özelliği de budur. Açık kırmızı, koyu kırmızı olmaz. Her renge yakıştırısın da tonları, kırmızı bir tanedir. Ya kırmızıdır ya değildir. Düşünürken dedim ki renk olamam ben, olsam olsam leke olurum. Siyah ya da beyaz. Sonra caydım, sonra tekrar aynı düşünceye saplandım. Gittim geldim kırmızı, siyah, beyaz arasında. Bilemedim. Kırmızıya ihanet edemedim, siyahtan vazgeçemedim, beyaz ise en gerçek yanım benim.

nefsin gözü kördür

Unutulmak koyar adama.
Sen unutmak istesen bile, unutsan bile hatta
karşı taraf unutmasın ister ego.
Öyle de bencildir insanoğlu.

Sunday 24 February 2008

yeknesak

Sevdiği tüm isimler elinden alınırken bir bir,
tüm çilekleri yenmiş üstüne üstlük.

Oynadığı kelimelerden kovulmuş,
terk edilmiş,
fakat terk edenle birlikte gitmiş
ürkek bir çocuk...

Objektife gülümsemekten korkarak
duvara asılmamış fotoğraflara
hüzünlenmiş,
içlenmiş de
iç olamamış,
becerememiş...

Hayıflardan hayıf beğenirken bir yanı
içi içini yermiş diğer yanda,
dışı da kılıfmış yalnızlığına.

miş'li ya da di'li
-ne farkeder-
geçmiş zamanlarda dolaşmaktan muzdarip,
bugünlere saklanmaktan
tedirginmiş.

Karıncalanan avuç içleri
yabancı ellerin topladığı çiçekleri
ister,
yüreği eser,
hafızası yağarmış.

Hayat belki de
hiç olmadığı kadar ağır,
eşik değerlerinin altına saklanmış
arayamayan
bir telefon kadar
kifayetsiz
miş
bazen...

taahhütname

Gözlerimden çeneme uzanan
en uzun yolun
aktarmalı şiirlere muhteviyat yolcuları,
toplayınca yıllar eden saatlerce
birikirken
ve
temiz çarşaf kokusuna
artık tahammül edemeyen burnum
ve yazık edilmiş kitaplarımla
kendimi ararken soru işaretlerinde,
çukur aynalarda
gün ay yıl ve saat olarak
ifade ediliyordu mazi.
Yollarım vardı
ama
sadece bu yüzden değildi yolculuğum.
Gitmek yerine kaçıyordu
menşe-i şiir
ve ben
gittikçe
kıs-kanıyordum.

(t)uzak

Üveyliği gerçekliğinden muktedir,
ne asil ne asal ne de yasal
sadece ve sadece evcil
-belki de bu yüzden biraz beşerfobik-
hissikabilvukularım
ve
ölesiye
fakat bir türlü öldürmeyen korkularımla
sana geliyorum.
Solgun açan menekşeleri bahane edip
çalmıyorum kapını;
biliyorum ki açmayacaksın zaten
içerde oturup beni beklemek varken...

Saturday 23 February 2008

uykumsun

Uykulu da
uykusuz da
aynı şey değil mi
aslında yetmeyen?

2905

İki kelimeyi biraraya getiremiyorum.
Hergün defalarca geçse de konuşmalarımda
-sana susuşlarımda dahi-
iki kelimeyi yanyana susamıyorum.
İhtiyacım var
diyemiyorum.
Seni gizli özne yapıp
cümlelerime
öykü yazamayan bir şair,
resim yapamayan bir yönetmen,
dans edemeyen bir fotoğrafçı
gibi
karışıyorum,
ki ben zaten aklımla aldığım nefesleri
kalbimle anlam diye veriyorum.
Gelmeyişine sadakatimle
bekliyorum
.

Friday 22 February 2008

rüzgar

dır
havanın duygusal hayatı...

Tuesday 19 February 2008

Lekeli Zihnin Ebedi Karanlığı

Hafıza benliğin yekpare halidir.
John Locke

Saat üçe geliyor, hastanenin gece boyunca en sakin olacağı zaman dilimi. Sabah altıda yine başlar hareketlilik. Bir elimi yüzümü yıkayayım bari. Kahve yapmışlardır muhakkak. Bu gece kimseye uyku yok. Bölüm başkanı, Mehmet Hoca, bir yakını sebebiyle polikliniklere çok sık uğruyormuş bu ara o nedenle, genellikle dönüşümlü uyuyan tüm asistan ve hemşireler ayakta bu gece. Nasıl da uyku bastırdı şimdi. Çok düşündüğüm zaman hemen uykum gelir zaten.

- Doktor Bey, hasta geldi acile. Murat Bey sizi de çağırmamı istedi.

- Geliyorum hemen.

Acil girişinde gürültü falan yok bu defa, sadece ağlayan bir kadın sesi geliyor. Bir de tok bir erkek sesi var konuşan. Çığlık olmaması hayra alamet. Durum ne kadar kötü işe, çığlıklar ve inlemeler de o derece yüksek olur. Bu yüzden daha hastayı görmeden durum hakkında az çok fikir sahibi oluruz.

Ufak tefek, alımlı bir bayan sürekli ağlıyor. Yanındaki bey de, kocası olmalı, iyi giyimli oldukça sağlıklı görünüyor. Tok sesiyle cevap veriyor hemşirelerin sorularına. Ne kadar da sakın duruyor adam. Ya çok önemsiz bir şey ya da duruma oldukça alışık. Murat’ın yanına gidip bir bakayım yardıma ihtiyacı var mı diye.

- Murat Bey?

- Gel Emre, gel. Yardımına ihtiyacım olabilir diye düşünmüştüm ama hallettim. Hastayı psikiyatriye sevkettim. Bu geceyi orada geçirecek. Doktoru görsün de yarın.

- Tanıyor musun hastayı?

- Sayılır. Çocukluğundan bu yana psikiyatri tedavisi gören ilginç bir vaka imiş. Umut Yüceer’di sanırım adı. Ben de geçen yıl karşılaşmıştım ilk. En az iki ayda bir gelip bir süre kalır hastanede.

- Tanı neymiş peki?

- Şizofreni.

- Hmm…

- İşin garip yanı ne biliyor musun “şizofren olabilirim” diye doktora tanı öneren kendisiymiş hem de daha 16 yaşında.

- Ne kadar çok şey biliyorsun hakkında.

- Şizofren olduğunu kabul eden bir şizofreni vakası kolay unutulmuyor. Neyse Elif hemşireye söyle de göndersin ailesini. Bu gece burada oğulları. Ordan da odaya gel. Belki kahve yapar hemşire hanımlar

- Tamam hallederim sonra da gelirim odaya.

*

Şizofrenim diyen bir şizofren... Dosyasını bulsam incelememe izin verirler mi acaba? Hangi doktorun hastası ki?

Gözlerim kapanıyor. Odaya çıkıp biraz kestireyim en iyisi. Nasılsa yarın da bütün gün nöroloji servisinde olacağım. Hoca etraftayken uyuma şansım da olmaz. Vakaya yarın bakarım. Odada da kimse yok. Bir saat uyusam kanepede, epey idare eder beni. Saat de dördü geçmiş. Alarmı beşe kurayım da ben, her ihtimale karşı. Kapı çalıyor, iki dakika dahi uyku yok.

- Gel.

- Doktor bey, kusura bakmayın uyandırdım galiba ama psikiyatrideki nöbetçi doktor acile gelen bir intihar vakası ile ilgilendiği için nöroloji nöbetçisini çağırmamı istedi. Bu gece acilden sevkedilen hasta kendisini boğmaya çalışmış.

- Peki hemşire hanım, sağolun. Hemen geliyorum.

Tam da dalacaktım. Keşke gelmeden uğraşaymışım psikiyatriye. Şu asansör de gelmedi bir türlü. Hah, geldi sonunda.

*
-
Merhaba Umut Bey. Daha iyi hissediyor musunuz?

- ...

- Ellerinizi bağlamak zorunda olduğumuz için üzgünüz. Fakat kendinize zarar vermenize izin veremeyiz.

- Siz kimsiniz ki beni benden korumaya kalkıyorsunuz?

- Sizin iyiliğiniz için.

- Neden benim iyiliğimi istiyorsunuz? Herkes kendisi için en iyi olanı ister zaten. Ben kendi kararlarımı alabilirim.

- Bu söylediğiniz durum sağlıklı bireyler için geçerlidir. Şu anda siz profesyonel yardıma ihtiyacınız olduğu için buradasınız.

- Buna da siz yani profesyoneller karar verdiniz değil mi? Bu işten para kazandığınız için sunduğunuz yardımı daha geçerli yapan ne merak ediyorum. Ben, ailem beni buraya getirdiği için buradayım. Yardıma ihtiyacım varsa bile bunun için siz ve arkadaşlarınızın kapasitesinin yeterli olduğunu düşünmüyorum. Yapılabilecek bir şey yok bir diğer anlamda. Bugüne kadar tüm duyduklarım ve gördüklerime dayanarak konuşuyorum...

- Şiddetli başağrıları çektiğinizi söylemişsiniz sizi bulan hemşireye. Bunlara son vermek için bastırıyormuşsunuz yastığı yüzünüze. Kendini ölümünüze sebep olabilirdiniz. Başağrılarınızı tarif edebilir misiniz?

- Kendimi öldürmeye çalışmıyordum. Sadece beynime oksijen gitmesini engellemek istedim bir süre için.

- Hemşire hanım gelip sizi testler için götürecek birazdan. Size yardımcı olabilmem için konuşmanızı rica ediyorum.

- ...

- Baş ağrılarınızın yoğunlaştığı bölgeyi tam olarak gösterebilir misiniz?

- Hayır. Ellerim bağlı görmüyor musunuz?

- Tarif edin o zaman.

- İsminiz ne doktor bey?

- Emre. Başağrılarınızın yoğunlaştığı bölgeyi tarif eder misiniz?

- Şizofreni tanısından haberdarsınızdır. Sırf testlerde ve araştırmalarda sizlere kobay olmaktan bıktığım için kendi tanımı kendim koydum. Nasıl akıllıca değil mi?

- Lütfen sorularıma cevap verin.

- Siz daha kendi hayatıma dair kararları almama izin vermezken benden bunu istemeye hakkınız olmadığının farkında olmalısınız.

- Umut Bey, ben nöroloji bölümündenim ve size yardımcı olmaya çalışıyorum. Sorularıma cevap vermeniz sizin yararınıza.

- Ne güzel. Nöroloji… Beyinle ilgili epey şey biliyor olduğunuzu farzediyorum. Uzmanlıkta ilk yılınız olsa gerek. Sizi daha önce hiç görmedim. Murat Bey’le bile birkaç defa karşılaştık ama siz yenisiniz kesinlikle. Hüseyin Hoca ile mi çalışıyorsunuz? Oldukça iyi bir hoca. Her ne kadar birkaç yıldır yayın çıkaramamış olsa da son makalesinden bahsediliyor hala. Eşiyle sorunlarını çözdü mü? Mehmet Hoca ile konuşurken kulağıma ilişmişti geçen yıl. Yeni asistanlarından biri ile anılıyordu ya adı. Eşinin kulağına gitmişti.

- Ben… Ben bilemiyorum, haberim yok bunlardan. İlk yılım evet. Her doktoru tanıyor musunuz?

- Tanımıyorum. Hatırlıyorum.

- Sorumu son defa soruyorum Umut bey. Şikayetlerinizi söylemeyecekseniz hemşire hanımı çağıracağım sizinle ilgilenmesi için.

- Dosyamı okumadığınız ne kadar belli Doktor Bey. Sizin de bildiğiniz gibi uzun süreli bellekte sürekli bir kayıdın oluşumu yani “depolama” dediğimiz basamak “kazanma” ve “sağlamlaştırma”nın bir sonucunda gerçekleşiyor. Benim hafıza oluşumumdaki “kazanma” ve “sağlamlaştırma” pek çok insanınkinden daha güçlü ve sistematik çalışıyor. Kısacası ben hafızama aldığım her şeyi hatırlıyorum Doktor Bey. Nasıl? Sizi tatmin edecek kadar bilimsel oldu mu açıklamam?

-

- Uzun dönem hafızamda her şeyi süresiz saklıyor beynim. Bu da beni önemli bir vaka yapıyor değil mi? Ama şizofreni tanısından bu yana hepsi benim hayal ürünüm farzedildiğinden rahatım artık. Karışan eden yok.

- Bu konuda epey okuduğuz belli. Sorulara cevap vermezken istediğiniz konularda ne kadar da çok konuşuyorsunuz.

- Beynimdekileri boşaltmam gerek. Sizin hafızanızda depoladığınızdan yüzbinlerce kat fazlasını saklıyorum ben ve bu beynimi de ruhumu da yoruyor. Sizin bunu anlamanız oldukça zor tabi. Murat Bey’in ayakkabı bağlarınının renkleri aynı gibi görünse de ton farkı olduğunu farketmiş olsanız bile unutmuşsunuzdur çoktan.

- ...

- Unutmak... Hayattaki en büyük armağanlardan birisi insana... Ne kadar şanslı olduğunuzun farkında olmamanız çok acı...

- Kaç yaşındaşınız Umut bey?

- 23.

- Ben dosyanızı incelerken hemşire hanım sizi MR odasına götürecek. Döndüğünüzde konuşmamıza devam edeceğiz.

- Nasılsa benim seçme şansım yok doktor bey. Dosyamı okurken aklınızdan çıkarmayın.

- Neyi?

- Orada yazan herşey, hakkımdaki tüm gözlemler benim yansıttıklarımdan ibarettir. Tıbbi testler dışındakileri kastediyorum elbette. Beyinle ilgili pek çok şey hala çözülemediği için göreceğiniz test sonuçları sadece resimler ve haritalardır. O haritaların ne sakladığını asla öğrenemezsiniz. Sadece ben neyi nereye sakladığımı biliyorum.

*

- Doktor Bey hastayı götürebilir miyiz?

- Tabi hemşire hanım. Ben odamda olacağım. İşiniz bitince haber verin lütfen.

- Peki doktor bey.

Elimde tuttuğum dosyayla ilgili soru isretlerini arttıracak kadar aklı başında bir konuşma yapan bir hasta ile karşılaşmamıştım daha önce. Söylediklerinin ne kadarı doğru acaba? Bakalım ilginç neler var...

Umut Yüceer. 23 yaşında. Doğum yeri Ankara. Dört yaşında psikolojik desteğe başvurmuş ailesi, beş yaşında psikiyatriye sevkedilmiş başını duvarlara vurmaya başlayınca. Doktor gözetiminde tedavisi devam ediyor o günden bu yana. Pek çok değişik doktor ve servis adı var burada. Eğitim seviyesi ilkokul bir terk mi?

Dediği doğruymuş. Bu dosyadaki test sonuçlarına göre yeni protein ve mRNA sentezi normal bir bireyinkinden farklı ve daha kısa sürede gerçekleşiyormuş. Bu da demek ki edindiği bilgilerin uzun dönem hafızaya aktarılması oldukça kısa sürede gerçekleşiyor. Her şeyi hatırladığı konusunda doğru söylüyor olabilir mi? Yok canım, şizofren bir hastanın dedikleri mi karıştıracak aklımı.

- Doktor bey hastayı odasına çıkardık tekrar. Haber vereyim dedim. Sonuçlar yarım saate hazır olur. Size ulaştırırım hemen.

- Sağol.

- Bu arada hasta sizi görmek istiyormuş.

- Peki.

En iyisi gidip bir bakmak. Doktor olan benim, hasta ile mesafemi korumayı öğrenmeliyim. Ağrılığımı koyayım ki nasıl başlarsa öyle gider...

- Emre Bey, incelediniz mi dosyamı?

- Evet.

- Şaşırdınız değil mi eğitim almamış olmama? Her gören şaşırıyor. Size özel bir durum değil. Yazılarımdan bir kısmını da eklemişti Mehmet Hoca dosyama. Onlar da en çok ilgi çeken bölümlerinden birisi dosyamın.

- Onu görmedim.

- Özgeçmiş hazırlama ihtiyacı hissetmiyorum zaten. Dosyam var ya, o açıdan. İlk başlarda doktorlar istediğini yazıyordu ruhsal özgeçmişime, artık benim istediklerim yazılıyor. Komik değil mi?

- Neden beni görmek istediniz?

- Ellerimi çözmenizi rica edecektim.

- Mümkün değil.

- Dosyayı açar mısınız? 34. sayfada fotokopi bir sayfa olacak.

- Hemşire hanım size bir sakinleştirici yapmış az önce. Birazdan uykuya dalacaksınız. Yarın doktorunuz ile görüşürsünüz.

- Unutmak nedir Emre Bey? Bilimsel açıklamasını bildiğinize eminim. Siz nasıl tanımlıyorsunuz merak ediyorum. Aklınıza ilk gelen nedir?

- Hatırlayamamak.

- Hafıza ile doğrudan ilişkili yani? İstemli midir peki? İsteyince unutabilir mi insan ?

- …

- Başımı oraya buraya vurmaya başladığım zaman sebebini bilmiyordum. Başım inanılmaz ağır geliyordu. O zaman beynimin varlığından bile haberdar değildim ama başımın içinde olup biten şeylerle başedemiyordum... İleri zekalı olduğumu düşündü ailem ilk zamanlarda... Çok hızlı öğreniyordum, gördüğüm bir şeyi bir daha unutmuyordum çünkü...

- Kendinizi daha fazla yormayın Umut Bey.

- Ellerim... Ellerimi...

Kaçıncı sayfa demişti? Çıkıvermiş aklımdan. Kırk üç müydü otuz dört mü? Otuzdörtmüş. İşte bahsettiği fotokopi burada. Fotokopinin zemini beyaz değil sanırım kağıt parçaları birleştirilerek oluşturulmuş. Ne kadar okunaklı bir yazı. Köşeye not düşülmüş:

“Umut Yüceer, yaş 16. Hasta; odasında gözleri bağlı, kulakları pamuk ile tıkanmış, cenin pozisyonunda histeri krizi geçirirken bulunup hastaneye getirildiğinde avucunun içinde buruşturulmuş halde bulunan kağıt parçasıdır.”

Duymak, görmek istemiyorum. Kafamın içindeki bu külçeyi taşıyamıyorum artık. İlk düşüşümde kanayan dizimin acısını daha fazla duymak istemiyorum. Hafıza diyorlar, acı deposu sadece. Babaannemin bana aldığı kamyonun sevincini bastıyor kırıldığı günkü hayal kırıklığı. Unutmak diyorlar. Ne olduğunu anlamıyorum. Anlamak için uğraşıyorum, zorluyorum kendimi, beceremiyorum. Var olan bir şeyin varlığı aklımdan nasıl çıkar ki? Ölmüş bir şey nasıl yok sayılır? Böyle bir şey mümkün mü? Yoksa kandırıyor mu herkes kendini? Unutmak diyorlar. Unutma beni diyorlar. Oysa unutmak ne büyük bir lüks anlamıyorlar… Hayatı yaşanılır ve dayabinilir kılan yegane şey olduğunu bilmiyorlar. Ahmaklar! Ölümden sonra da hayat var diyorlar. Hem de sonsuz… Benim için ne kadar korkunç… Sonsuza kadar hatırlamak her şeyi… Unutacağım ben de. Unut diyorum sana! Beynim, hafızam, her neysen işte. Unut! Unut unut unut... Unutamamak ölsün, öl unutamamak!

tuğçe

Hangi kelimeye yüklesem içimden geçenleri
hepsi aciz, bir o kadar da kifayetsiz…
Oysa ki hepi topu bir zamir gibi görünen “biz”e
belki de hakkını en çok verecek olan biziz...
Sen ki gözünü açtığın andan beri ömrümün ev sahibi,
ruhumun ortak böleni,
sevginin katı-sıvı-gaz,
hatta yalın ya da -e hali…
Cennetteki bir ağacın dalları olsa da ismin,
o ağacın nefes alan köklerisin benim için...
Varlığın umut bana -ki sebebi aşikar:
Gülen yüzün, gülen yüzüm…
Cansın çünkü,
canımsın...

Thursday 14 February 2008

el-veda

Ben vedaları sevmem. Bundandır belki veda mektubu yazmayı bilmemem. Veda etmeyi de bilmem ki ben. Söylenilecek hiçbir söz yeterli gelmez, ama çoğu kez de gerekenden fazlası söylenir. Veda etmek için sarılır insan, dokunur. Ya da en azından ben öyle düşünüyorum. Veda ederken ardında kendinden bir şeyler bırakmaya çalışılmamalı belki de, ne alabilirsen karşındakinden kar: sıcaklık, bir bakış belki de ciğerlerini yakacak o tanıdık koku...

Vedalar burnumun direğini sızlatır benim... Boğazımdan aşağı kızgın yağlar boşalır... Elveda ile veda arasında bir fark göremem ben...

Zaten veda gerekliliktendir. Ben sevmem zorunlulukları.

Yapmak zorunda olmak ölsün, öl yapmak zorunda olmak...

Friday 1 February 2008

beklemek

özlemektendir.

Saturday 12 January 2008

i d

İz(i)m(d)ir.

Thursday 10 January 2008

yalan

Yalındım,
yanıldım,
yenildim.

yaşlı soru

Kaç kelimeye,
hangi miktarda söylenememişleri katarak ,
yürek sıcaklığında,
orta acıda ,
kaç incinme
bekletince
bir damlası mayalanır
gözyaşının?

iz

Açıktan yüzerek gelenlerden
hangisi yunus
hangisi köpek balığı
anlaşılmayacak kadar
uzakken
şehirler arası,
kapalı duvarların
kapalı insanları
gelir
bazen
parmakların ucuna...
Derecesini sorgulamadan
bencilliğe vermek
bahanesiyle
kaşla göz arasında
kusulmuş,
ekşimiş,
eskimemiş
kelimeler...
Başka bir alfabenin
başka bir harfindeyken gözlerin
kim bilir hangi dilbilgisi fakındaki
peynir muamelesi yapılmış
hatıralara kanıp
kısılıp kalmış
eller
-
im
-
iz...