Monday, 31 March 2008
bilinçaltı çocuğu
Belki de anlama istiyorum
kalbimden çıkanları.
Çarelerden uzakta,
ümitle burun buruna geliyorum kimi zaman.
İşte tam da o zaman,
yani ne zaman adın geçse aklımdan
tanımamazlıktan gelip beni,
çevirip kafasını gidiyor umut.
Tahterevallinin ağır tarafıyıym,
kaydırakta sıkışan ben;
ağzından taş atıyorum robotun
çıkmıyor karnındaki delikten.
Akşam ezanı okunuyor,
çağıran yok beni.
Sen büyüksün diyorlar,
"dizlerim olmasa da bakın,
bakın ellerim yara bere içinde" diyorum,
dinlemiyorlar.
Daha da kötüsü
dinlemiyorsun.
Söylemediklerimi
hiç anlamıyorsun.
Söylemediklerimi anlayacağın bir dilden susuyorum oysa.
İşte yine anlamayacağın bir dilden yazıyorum söylediklerimi,
çünkü anlama istiyorum
içimde kalanları...
aşkın yakın hâli
olmayacağını bile bile olmasını istemek umuttur.
Friday, 28 March 2008
kendim
kaç kere duydum telefonu...
Hiçbir gelen sen değildin,
hiçbir arayan sen...
Thursday, 27 March 2008
Wednesday, 26 March 2008
Yaşa-m
Bir an geliyor ki gecelerce kafa patlattığın şeyler bir anda bomboş oluyor. Bir yanda güven de denilen garantiler var. Bildiğin, korkmadığın ama kalbini de gümbürdetmeyen. Hatta belki kalbinin gümbürdeyeceğinden bile habersizsin. Etrafında olup bitene bakmayı dahi düşünmeyecek kadar olağan seyrinde devam ederken hayat, herkes bir düzen oturtmayı isterken, bir an geliyor ve avazın çıktığı kadar bağırmak istiyorsun : "Hayır!" Pencereyi açmasan da olur, evin içinde bile bağır(a)mıyorsun. "Karnın tok sırtın pek" tatmini anlamını yitiriyor işte o bahsettiğim an gelince.
Gidecek çok yer, öğrenecek çok şey, keşfedecek bunların on katı şey varken, kendini atıveriyor insan yollara da; o bahsi geçen "an"ın başka bir hali geliverince normlara ve normallere kayıyor aklı. Hayatın karşına ne çıkaracağını bilemiyorsun. Bilemediğin gibi; kelebek etkisinde rüzgar mısın, kelebek kanadı mısın, yoksa tüm bunların sonuçlarını çeken misin, bunları da bilemiyorsun. Doğru bildiklerini yalanlayabiliyor hayat. En çok da umursamıyor seni. sen dursan, ben dursam, yani biz dursak da durmuyor hayat. Hani "ben varsam ölüm yok, ölüm varsa ben yokum" tezi sökmüyor hayata. Sen olsan da olmasan da, zamanla seviyeli bir beraberlik yaşıyor hayat.
Hayat derken kendi yaşadıklarını mı kastediyorsun, tüm dünyayı mı, tüm zamanları mı, onu bile kestiremiyorsun. Locke diyor ki "Hatırladıklarınızdan ibaretsiniz. Sizin kişiliğiniz, tecrübeleriniz ve yaşadıklarınız sadece." Yaşamadıklarını, yaşayamadıklarını nereye koyacaksın? İşte tıkandığın bir diğer nokta daha.
Şikayet edersin, anlamazsın, küfredersin, bazen de şükredersin ama illa ki yaşamak istersin. Yanlış hatırlamıyorsam Nietzche demişti: "İnsanoğlu o kadar yavşaktır ki, tek ayağının ancak sığabileceği bir adaya düşecek olsa bile yaşamak ister."
Bu durumda, yetmese de, hep ve çok mutlu etmese de saygı duyacaksın hayata. Hayatın arada lütfedip de sana söylediklerine kulak vereceksin, çünkü hayat arada bir şeyler söyler insana. Seni eskilere götüren bir şarkı çalar girdiğin dükkanda, son anda yolladığın bir başvuruya kabul gelir, öylesine çıktığın bir yürüyüş hayatın boyunca alamadığın kararları aldırır, olmaz sandıklarını oldurur, olur sandıklarının ne kadar "olamaz" olduklarını vuruverir suratına.
Mutlu da olsan mutsuz da olsan geçer hayat. Dedim ya zamanla birliktir diye. Tercihlere gebe bıraktırır, her tercihinde vaz geçmek zorunda bıraktırır seni bir şeylerden. Ama hiçbir şey öylesine olmaz dersin bazen kendine. Aklına gelmeyen başına gelir, kalbine gelen bir türlü gerçekleşmez, gelmez başına.
Kaybetmeyi öğrenirsin. Acı olur ama öğrenirsin. Kazanmanın tersi olmadığını da tabi. Bir şey kaybederken yine başka bir şey daha da kaybedebilirsin. Ama öğrenirsin. Öğreniriz. Hayatın kahpelikleriyle kafayı bozarsan ve sana yaptığı kıyakları görmezsen senden başka kimseye bir şey olmaz. Sen farketmediğinle kalırsın, o olur.
Tuesday, 25 March 2008
hâlâ
An gelir
doğru olmayanın söylenmesi mi
daha çok yakar canımı,
doğru olanın söylenmemesi mi
karar veremem.
Monday, 24 March 2008
Thursday, 20 March 2008
Ölüm
Wednesday, 19 March 2008
mesafe üzerine bir kaç laf daha
Bir bakmışsın binlerce kilometre birkaç saat,
bir bakmışsın burnunun dibi aylardır uzak...
Bana kalsın*
Sen yokken bu dünya nasıl dönüyor bilmem
Aşk geldi kapımı çaldı, aklımı başımdan aldı
Yani şimdi dünyanın bütün derdi bana mı kaldı
Kalsın, bana kalsın, hayat çiçek, sen balsın
Kalsın, bana kalsın, hayat güzel, sen varsın
Ay bana kalsın, güller bana
Şarkılar bana kalsın, geceler bana
Ay bana kalsın, güller bana
Yalnızlık bana kalsın, kediler bana
Yağmurlar ve sen, gözyaşlarım neden
Hem sevip hem ayrılmak kader miymiş bilmem
Aşk tuttu dağı deldi, balık olup denize daldı
Yani şimdi dünyayı kurtarmak bana mı kaldı
*Ezginin Günlüğü
bir harften vazgeçebilen şaire selam olsun...
Kim istemez mutlu olmayı
ama mutsuzluğa da var mısın?
Cemal Süreya
kırık hayaller
Tuesday, 18 March 2008
Monday, 17 March 2008
kadim dost
yağmurlu soru
topraktaki solucanın cinayetine sebebiyet veren sayılmayacak mı artık yağmur?
Sunday, 16 March 2008
apollon
yediğim çikolatalardan,
tüm uçakları kaçırıp
tüm börekleri yakacağım.
Gemileri havadan yüzdürüp
konacağım siyah beyaz bir film karesine,
kapın çalmayacak
ama kapında olacağım.
Leb demeden
ıslık çalacağız
ağzımızda leblebi tozu,
düşünce balonumuz
mor karış havada...
Saturday, 15 March 2008
ey zaman!
kazanmaya çalışacak kadar budalayken ben
(hatta belki de çaresiz);
hem sahibim sana, hem muhtaç,
hem aitsin bana, hem düşman.
Sen ki en önemli ve tek mutlak şeysin hayatımda,
ben ise hepi topu bir hiçim senin varlığında.
Friday, 14 March 2008
kap-an-ı-ş
yapıp da istemediklerim
kabullenişlerim
direnişlerim
lanet okuyup vazgeçişlerim
şarkılardan bilip iç daraltımı
kendimden kaçarken
kendime tutuluşlarım
korkularıma sarılıp
çok konuşurken aslında susuşlarım
tanısı konmuş
devası yokmuş saklanışlarım
gidişlerim kalışlarım
kendime kapanışlarım
şimdilik
hepsi bu...
Thursday, 13 March 2008
miş'li şimdiki zaman
içim ağlamış gözlerim ezilmiş,
karşı camda bir yabancı ellerini birleştirmiş düşünürken.
Bulutlara bakıp ardındaki güneşi düşünecek kadar güzelken hava
akmayan yağmur gönderilmemiş mektuplar gibiymiş.
Filmi yanlış çekilen bir senaryo kılığındaki öykülerde
kahramanların hepsi sönük
figüranların hepsi esasmış aslında.
Suflör saydığım yazılar susmuşken
yabancı şarkılar sevmişim.
Sevince yabancı olmazmış artık
öğrenmişim.
Wednesday, 12 March 2008
daraltı
Ne istediğini yüzde yüz tanımlayamasan da ne istemediğini biliyor iken, üstüne üstlük bu istemediklerin her yanındaysa daha çok daralıyor insan. Sıkıntı kendi içimde deyip sorguluyorsun her şeyi. Ama zihninde ya da kalbindekiler yeterli olmuyor açıklama bulman için. Elini kolunu bağlayan şeyler oluyor. Yol oluyor, para oluyor, sorumluluklar oluyor, elinden hiçbir şey gelmediği için kabullenmen gerekliliği oluyor, oluyor da oluyor. Rest çekesin geliyor. Farkediyorsun hayata rest çekmek dediğin şey kendine rest çekmek aslında. Aklın ermiyor bazı şeylere, hatta çoğu şeye. Muhteşem mantıksal yaklaşımlar, yerinde tespitler hiçbir işe yaramıyor. Kafan kazan gibi oluyor, tadın kaçıyor, zevk vermiyor çoğu şey. Kukumav kuşları gibi düşünüyorsun ancak. Hatırlamak istemediğin her şeyi hatırlıyorsun, görmek istemediğin her şey keçinin sevmediği ot gibi burnunda bitiyor. Duymak istemediklerin itinayla geliyor kulağına. İşte o zaman daraltılardan daraltı beğeniyorsun. Bir günde bir gecede de geçmiyor körolası. Uyuyamadığına mı yanacaksın, uyuyunca saçma sapan rüyalar gördüğüne mi. Bu psikolojik hal iğrenç bir şey kısacası. Ağlayamazsın da. Ağlayacak bir şey yok çünkü. Koskocaman açıklık bir alanda daralırsın. Konuşasın gelmez, konuşsan da anlatamazsın, içinden gelmez. Öyle mal gibi kalırsın işte. Canın acır ama bıçak kesiği gibi değil, yanık gibi. Sızlar da sızlar. Evet, öyle mal gibi kalırsın.
Tuesday, 11 March 2008
mesafe
bir gece boyu uyuyuş,
bir sene boyu duruluş,
bir cümle boyu kuruluş
kadardı.
Wednesday, 5 March 2008
ben eskimeye sözlerinden başlarım
Öyle güzel seviyordu ki adam, kadın yok oldu bir an için. Varlığının en büyük kanıtıyken yokluğu, "var"lığı "ol"masına yetmiyordu. Körebe oynuyordu kadın, tüm yalnızlar sağırdı, tüm körler aşık.
Öyle güzel seviyordu ki adam, kadın kıskandı bir an için. Sessiz sinema oynuyordu kadın, dört kelimeydi, yersiz.
eşanlamlı tezatlar
doldur(a)mam boşluklarımı.
Seyir halinde yerimde sayarım.
Kalbimi pompa saysam
dolaştırdığı kan için,
sonra da gönül hesapı yapsam
kelime geometrisinde
matematikten sınıfta kalır,
biyolojiden bütünleme alırım.
Hiçbirini bütünleyemem,
eksik kalırım.
Monday, 3 March 2008
Saturday, 1 March 2008
Rayiha
Titredi. Ne zaman korksa titreme gelirdi. Üşümek de korkmaktandı. Elleri buz gibiydi çoğu zaman. Sertleşen rüzgar, yağmayan yağmura inat hakimdi havaya. Sinsi bir esinti boğazındaki küçücük aralıktan içeri girip koynunu soğutuyordu, içi çayır cayır yanarken. Rüzgar mı yoksa hakkında vatandaşlık numarasından daha çok şey anlatan tedirginliği mi esiyordu belirsizdi. Gideceği yere yakınlaşırken terk ettiği yerden uzaklaşması gerekirdi mantıken lakin varışların terkedişlerin tohumu olduğunun farkındaydı.
Az bulunur şeylerin değeri yüksek olurdu. Herkes yalnızdı. Bir dünya dolusuydu yalnızlık, "Bu yüzdendir belki... Kimse bilmiyor yalnızlığın kıymetini" dedi sesli bir biçimde. Kimse dönüp bakmadı. Atalarından kalma lanetli bir yakuttu yalnızlığı. Dikkatlı dokunulmadığında elleri kanatacak kesin köşeleri vardı. Bu miras, dünyada gerçekten kendisine ait olan yegane şeydi. Sahibinden geçiyordu lanet yakuta, yahut yakut lanetin kaynağıydı.
Hanımeli koksun istiyordu elleri. Mevsim şartlarının el vermeyeceğini bile bile. Parmaklarını avuciçlerinde toplamazsa sığmıyordu elleri cebine. Tıpkı farkedilmesini istediği birşeyleri saklar gibi oldukça gevşek kapatmıştı parmaklarını. Rüzgar hızını kesmişti bir nebze. Aynı yavaşlıkta takip ediyordu adımları birbirini. Kaçan kovalayandı. Elleriyle saçlarını kulaklarının arkasına aldı. Kulak hizasında kalan ellerini sakallarının üzerinden kaydırarak çenesinde birleştirdi. Durdu. Nefes aldı. Sakince sola dönüp bildiği o dar sokakta yürümeye devam etti. Eski binanın önüne geldiğinde başını yukarıya doğru kaldırdı utanarak biraz da. Işığı hala yanan odanın penceresine baktı, boğazından aşağı eriyip aktı tüm sanrıları. Dudakları aralandı. Gevelediği kelimeleri kendisi bile duyamayınca boğazını temizleyerek çok da yüksek olmayan bir sesle tekrarladı: "İyi geceler!"
Odanın ışığının kapanmasını bekledi belki yarım belki de bir saat. Bir mücevher ustasına duyduğu saygıyla gülümsedi son kez yukarıdaki pencereye. Avucundaki yakutu sıkıca kavrayıp, ellerini cebine soktu. Her gece çıktığı hanımeli duasından elleri dolu dönüyordu yine.
Hanımeli koksun istiyordu yağmur. Fakat mevsim şartları elvermiyordu yarin ellerini koklamaya...
Il n'y a pas d'amour heureux*
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
ve açtım derken kollarını, bir haç olur gölgesi
ve sarıldım derken mutluluğuna, parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur.
Hayatı bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan.
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan.
Söyle bunları hayatım ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur.
Güzel aşkım, tatlı aşkım, kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur.
Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur.
Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da.
Louis Aragon
Çeviri: Ahmet Necdet, Gertrude Durusoy
*Mutlu aşk yoktur
Anna Vronskyna
Tolstoy
*Tüm mutlu ailelerin mutlulukları birbirine benzer; her mutsuz ailenin mutsuzluğu (ise) kendisine özgüdür.